TATSIZ BİR ÜLKE…
Türkiye, özellikle son çeyrek yüzyılda, çeşitli etkenlerle giderek artan olumsuz toplumsal değişimlere uğramıştır. Uyuşturucu kullanım yaşı ilköğretim düzeyine inmiş, gasp ve kapkaç olayları alabildiğine artmıştır. Tüketim çılgınlığının özendirildiği bir dönem yaşanmaktadır.
“Köşe dönücülük” bir ilke olurken, çalışmadan zenginlik hayalleri seferber edilmiştir. Bankaların kredi kartları, çok canlar yakan ama bu kurumların kasalarını dolduran yansımalar içindedir. Terbiyeli, saygılı toplumsal anlayış yerine; bireyci, çıkarcı ve kavgacı bir tipleme inşa edilmiştir.
Sosyal devletin yerini; “Altta kalanın canı çıksın” misali piyasa ekonomisi almıştır. Ülkenin en az yarısı, başka ülkelerde yaşamanın düşlerini kurmaktadır.
1950’li yıllardan sonra başlayan göç eylemselliğinin, sosyal uyumsuzluklar oluşturduğu ayrı bir olgudur. Çünkü sosyal dokuda sorunlar belirmiştir. Türkiye’nin belli yörelerinde oturanlardan, göç edenleri dışlayanlar çıktığı gibi, göçle gelenlerin de kendilerini, geldikleri yörenin insanı olarak tanımladıkları bir gerçektir.
Uyumsuzlukların; çelişkilere, kavgalı düşmanlıklara ve mutsuz yerleşim yörelerine dönüşmesi, olağan tablodur. Komşu komşusuna güvenemez olmuştur. Adli kayıt örnekleri ortadadır. Mahkeme ve cezaevlerine bakmak yeterlidir.Cezaevlerinde yer bulunmamakta,en cesametli olarak yapılan Adliyelerde duruşma sırası gelmemektedir.
Gençlerin, yüksek eğitim alsalar bile iş bulma açısından karşılaştıkları zorluklar onları hem mutsuz etmiş ve hem de toplumsal isyankârlıklara sürüklemiştir. Genç kuşakların karıştıkları olaylardaki artış, kendilerini toplumda güvensiz duymalarından kaynaklanmaktadır.
Yurt ve ulus sorunlarıyla uğraşarak düşünce üreten bir gençlik, toplumcu kaygılardan soyutlanmak istenilmiştir. O zaman da ortaya; kendi kişiliğine güvenmeyen ve en ufak yaşamsal zorluk karşısında bocalayan, mücadeleci olmayan ve hemen paniğe kapılan bir gençlik çıkmıştır.
Türkiye Kurtuluş savaşından sonra; erişilen % 9 kalkınma hızıyla, istihdam sağlayan Kamu İktisadi Teşekkülleriyle, planlı kalkınma yöntemiyle, denetlenen piyasayla, üstün yurt ve ulus sevgisiyle yaşadığı dönemden uzaklaştırılmıştır.
Reddedilerek geçmişe bırakılan toplumcu model; hem Türkiye ve hem de dünyada yaşamsal güveni tekrar yer ettirmeğe yönelik işleviyle, yeniden değer kazanmaktadır. “Adam Smith” liberalizminin getirdiği felaketler, yerini “Keynes” tipi sosyo-ekonomik müdahalelere bırakmaktadır.
“ Suçun sosyal ve ekonomik bir olay olduğunu” kanıtlanmaya çalışılarak;“İlkellikten uzak ve eğitim düzeyi yüksek toplumlarda suç oranının azlığına” çok işaret edilmiştir. “Sosyal devlet” olgusunun toplumcu bir ölçüt sağladığı ülkelerde suç ve ceza ilişkisinin azaldığına dikkat çekilmiştir. Günümüze doğru giderek ağırlık kazanan doğru budur.
Toplumsal güven, halk kitlesinin yaşamsallığındaki her alanı ilgilendirir. Suç ve ceza ilişkisinin kaynağı da, insanın kendisine veya dışa yönelik güven bunalımını içeren temel nedendir.