SAHİPLENDİRİLMEYİ BEKLEYEN BEKÂR VE DUL KADINLAR…
Geçtiğimiz Pazar gününden sonra o kadar çok düşündüm ki, duygularımı net ifade edebilmek için biraz bekledim. En başta şaşkınlık, güvensizlik, öfke, yılgınlık, kırgınlık, vazgeçmişlik, hırs, azim, suskunluk dâhil her duyguyu aynı anda yaşadım. Hiçbir partiye yakın olmadığımı herkes bilir. Derdim partiler olmadı hiç. Dev gibi sorunları bir yana bıraktım, yazımın başlığında yazdığım cümle var ya, ona takıldım kaldım, beni bildiğiniz çileden çıkardı. Bir siyasi parti lideri söyledi bunu. Açık açık, hiç gevelemeden, öylece söyledi. Hem de iktidar olan bir partinin ortağı pozisyonunda. Hem de TBMM de bu düşüncelerini ve daha nicelerini temsil etmek üzere, seçilenlerden yani… Bizlerin, Türk kadınlarının oyları ile seçilen ve bizim meclisimizde… Sadece inanamıyorum hala, hemcinslerim kendilerini bu denli aşağılayan bir düşünceye nasıl onay verdiğini ve nasıl oy verdiğini… Kadına saygı duymayan bu zihniyete ne değer veririm ne de ciddiye alırım, ama bu durum farklı. Bu, kadınların tümden hayatını gelecekte de olumsuz etkileyecek, kızlarımızı yok sayacak, cinsel bir objeden daha fazlası olamayacağımızı açık saçık bir dille belli etmiş bir grup. Ve artık bizim meclisimizde, bizi, beni, Türk kadınlarını temsil edecek… İnanılır gibi değil… Aklım almıyor. Kabul etmemiz mümkün değil, bu fosseptik kokan Ortaçağ düşüncelerini değiştirme vakti geldi, en makule karar verip, yolumuza devam edeceğiz. Artık değişim kaçınılmaz. Atatürk’ün başının tacında tuttuğu, seçme ve seçilme hakkını dünya ülkelerinin çoğundan önce Türk kadınlarına layık gördüğü, her meslekte kadını desteklediği, medeni kanunla kadınları koruduğu bir ülkede Türk Kadını bu denli aşağılanamaz. Artık YETER…
Şaşkınlığım geçtikten sonra madalyonun tersini düşündüm. Ülkemin içinde olduğu dar boğaza ve sayısız olumsuzluğa rağmen neden bu kararsızlık veya kabulleniş? Kadınların yok sayılacağının sinyalleri bağıra bağıra gelmesine rağmen, ekonominin felakete gittiğini açıkça söyleyen bir yönetimin ardından doğal olarak bu kararsız gelen sonuca şaşırdım. Özellikle de kiminle konuşsam mutsuzluğundan, ödeyemediği faturalarından ve gelecek korkularından bahsederken. Ne zaman bu hayatı yaşamaktan vazgeçti halkımız buna çok içerledim.
Birinci tur seçimde gerçekte kazanan olmadı ama en önemlisi, neredeyse çeyrek asırdır sabitlenmiş gücün sarsıldığını gördük hepimiz. Uzun yıllardır hiçbir seçimi kaybetmeyen, aklınıza gelen/gelmeyen her türlü avantaj ve gücü elinde tutan siyasi erk bu sefer kazanamadı. Ve tüm güçler elinde olmasına rağmen çok küçük bir rakam ile makinalar stop dedi. Ve hala emin olamadığım, güvenimi sağlayamayan bir şekilde 2. Tur seçimlerine kaldı. Bu gerçekten önemli bir okuma bence… Bu demek oluyor ki öyle ya da böyle alışılagelmiş kararlar sorgulanıyor şuanda. Değişim isteyen büyük bir nüfus var artık, daha doğrusu bunu korkusuzca dile getiren bir güruh. Görmezden gelinemeyecek kadar çok… “Mızrak çuvala sığmıyor” deyimini çok severim böyle zamanlarda.
Bu işin rakamsal boyutunun yanında, duygusal boyutu da çok yıpratıcı. Artık yaşamamız için oksijen kadar zorunlu hale gelmiş bu değişimi, reddeden, güvenimizi kökten sarsan yöneticilere büyük öfkem. Makamları bırakmak çok zordur, güç ise tatlı bir zehir… Benim tespitim: Bu kişiler hayatlarında hiç sevilmemişler, sevmenin ne olduğunu bilmiyorlar belki de, kimse onlara tüm hücreleriyle sarılmamış, annelerinden onlara geçen mitokondri ile bağlarını tam oluşturamamışlar, muhtemel gündelik hayatta karşılarındakilerin gözlerine uzun uzun bakarak konuşamıyorlar, kahkaha atarken gözlerinden yaş gelmiyor, biri yanlarına fazla yaklaştığında rahatsız oluyorlar, cinsiyetçilikten ölüyorlar...
Bunu yazmamda ki neden; çok uzak değil 2000'li yıllara ait günlük notlarıma baktığımda hayata tutunuş hallerimizin ne kadar değiştiğini, yaşantımızın değersizleştiğini okudum bu kelimelerde. Nelerden mutlu olduğum, neleri özlediğime dair çok sıcak, insani notlar.
Her anlamda bu hayattan ne istiyoruz, nerelerdeyiz, ne kadar büyük bir baskı hissediyoruz, çoğu zaman köşeye sıkışmış hallerimiz, yozlaşmaların içinde sıkışmış silik ruhumuz, her şeyden sıkkınlık ve hayatı anlamsız bulma hissi. Parasızlık, dağ gibi artan borçlar, işsizlik, amaçsızlık ve kuyruğu dik tutuş zorunluluğu. Dibe doğru gittiğimizin farkında iken bunun için zerre çaba harcamama, hayal kuramama, değerlerini tümden kaybetme. Güvensizliğin paranoyak hale dönüşü, değer bilmeme, kendini uzay boşluğuna bırakıyor gibi hissetme, egoların erişilemez noktalara fırlaması. Küstahlıkta sınır tanımaz haller, özensiz, sorumsuz, burnu büyük, şımarık ve pervasız davrandığımız konular ilk aklıma gelen normalleşmiş hallerimiz.
Sade vatandaş olarak ülkenin dış borcu, anayasa değişiklikleri, seçim güvenliği, oy torbalarının namusu için torbalara sarılma, politika oyunları, diplomatik rezaletler, siyasi çirkin üslup taşıyan tehditlerle yaşamak zorunluluğu değildi benim asli sorumluluklarım, bunun için seçilmiş ve deli maaşlar alan sürüyle bürokrat varken hele…
Ben tüm hafta yoğun çalıştıktan sonra, hafta sonu nereye gitsem hayali kuran, alelade marketlerde 1 TL indirim için kalitesiz sebzeleri kollamayan, en ucuz tuvalet kâğıdının peşine düşmeyen, bugün buzdolabımda yemek pişirecek malzemem var mı endişesi taşımayan bir hayat istiyorum. Yeni yıkanmış çamaşırları asarken temizlik kokusunda gülümseyen, saksıda yetiştirdiğim sardunyaları ile sohbet eden, her sabah kapıma gelen kedime sütlü ekmeğini verme sorumluluğumun dünyanın en büyük sorumluluğu olduğunu düşünen biri olmak istiyorum. Koltuğun içine gömülmüş kahvesini yudumlarken okuduğu şiiri sindirecek kadar vakti olan, sinemaya ve konserlere gidebilen, yaratıcılığımı eserlerime yansıtabilecek kadar sanata doymuş olmayı istiyorum. Öğrencilerimin dertlerini çözdüğümde Zeus gücünde, yeni okuduğum kitabımı arkadaşlarımla tartışabilecek sakinlikte, deniz kabukları ve taşları topladığımda onları doğal ortamından ayırdığım için vicdan azabı çeken sakin bir dünyalı olmak istiyorum. Çok mu istiyorum? HAYIR, insanca yaşamak bunlar. Yaşadığım dünyadan kopuk değil, iş bölümünde üzerime düşen kadar sorumlu olmak istiyorum... Yani dengeli ve sakin bir hayat sürmek istiyorum.
Bu yorgun toprakların insanı olarak tüm bunları hak ediyorum. 32 yıl en yoğunundan devletine hizmet vermiş ve hala nefes almadan çalışan bir kişinin onuruyla yazıyorum bunu. Değişime hep açık oldum. Hatta düzenli olarak değişimi istedim. Standartları yüksek hayatı kim istemez, deli miyim benim rahatımı sağlayacak güvenli bir hayata “HAYIR” diyeyim. Siz istemez misiniz? Neden diğer ülkelerin insanları gibi standartları yüksek bir hayatım olmasın? Benim ne farkım var? Birileri refah içinde, altın yaldızlı yaşasın diye ömrümü tüketmedim ben bu ülkede. Hakkımla, alnımın teriyle, başkalarının başarısı üzerine çökmeden dürüstçe çalıştım ve yaşadım. Yüzümü kızartacak tek bir kusurum olmadı vatanıma. Dediğim gibi iyi ve huzurlu bir hayatı fazlasıyla hak ediyorum. Hakkım olan bu hayatı yakalamak için, ülkem için, Türkiye’m için sorumluluklarımın tümünü yerine getirerek mücadeleye kendi yollarımla devam edeceğim, her zaman yaptığım gibi. Küstüm oynamıyorum, ne halleri varsa görsünler, benden bu kadar, layığımız buymuş, hiçbir şey değişmeyecek deme lüksüm ve şansım yok. Sizin de yok. Umudum her zaman oldu ve inanın her gün artıyor… Hep birlikte çocuklarımıza güzel bir gelecek inşa edeceğiz, sadece yolumuza bakacağız, yandaki çakıl taşlarına değil,
ama H E P B İ R L İ K T E…
SONSÖZ:
19 Mayıs 1919’da Samsun’da başlayıp; Erzurum’a, Sivas’a devam eden ve sonra Ankara’ya, İzmir’e ulaşan yolculuğunda, hem kendisinin hem de milletinin kaderini değiştiren, Samsun’da İstiklal Savaşı yolculuğuna başladığında, milletten başka hiç bir dayanağı olmayan, bize modern, çağdaş bir ülke ve umut dolu bir Cumhuriyet emanet eden Mustafa Kemal Atatürk ve O'nun silah arkadaşlarını saygı, minnet ve şükranla anıyorum.