COĞRAFYA KADER DEĞİLDİR…
“İyi ki Aristoteles, İskender'e verdiği coğrafya derslerinde ondan Çin'in varlığını gizlemişti. Çin'in coğrafyası, dönemin Batı dünyası tarafından bilinmemesi ne büyük şans.”
90 Dakikada Aristoteles, Paul Strathern
**
Tunuslu tarih yazarı, 14.yüzyılın sosyoloji ve iktisat öncülerinden, devlet adamı İbn-i Haldun (1332-1406), 1389’da Mukaddime’de tarif ettiği dünya düzeninde, coğrafyanın insan hayatında temel belirleyici olduğunun altını ısrarla çizmiştir. Hatta “Coğrafya kaderdir” dediği iddia edilir. Ben bu tanımın altında iki kelimeden daha fazla derinlik olduğunu savunuyorum.
Coğrafya, tüm bilim dallarının temelini oluşturur, bilimsel gerçeklerin insana dokunan sentezi diyebiliriz. Ülkeleri çevreleyen sular, dökülen nehirler, topografya, gelgitler ve mevsimsel rüzgârlar, binlerce yıllık rotaları yani göç sebebi olan konfor ve inançları belirler.
Tarihçiler, arkeolojik analizlerde, bozkır topraklarının binlerce yıldır Orta Asya'yı Büyük Macar Ovası'na nasıl bağladığını ve böylece Çin'den Atlantik Okyanusu'na “kolay erişim” sağladığını gösteriyor. Burada, tarih öncesi göçebelikle başlayan ve İskitler, Hunlar, Macarlar, Bulgarlar, Moğol ordularıyla devam eden bir ticaret ve göç koridorundan söz ediyorum. Coğrafyanın toplumsal hareketleri şekillendirdiği aşikâr.
Coğrafi özelliklerin bir ülkenin kaderinde önemli rol oynadığını kabul ediyorum. Araplar’ın petrol yatakları nedeniyle zengin olduğu kolayca görülebilir. Portekiz'in Akdeniz iklimine sahip oluşu, İngiltere'den daha ucuz ve daha iyi şaraplar üretmesini sağlaması ya da Britanya'da kömürün kolay bulunabilirliğinin buhar devrimini mümkün kılması gibi. Yakından bir örnek verirsem; şu an dünyanın önemli bir kısmını besleyen ata buğdaylarının, doğum noktası olan Anadolu topraklarında yaşamanın değeri olduğu gibi…
İklim ve hava koşullarının insan üzerinde etkileri olduğu kuşkusuz. Uygarlıkların kuruluş temellerinde en etkili öğenin mevsimsel özellikler olduğunu tarihten görebiliriz. Hatta o kadar belirleyicidir ki, birçok bilim dalı bu altyapıdan beslenir. Yaklaşık 13 bin yıl önce küresel soğuma ve kuraklaşma ile karşı karşıya kalan yerkürede bitki ve hayvanların azaldığı dönemde, hayatta kalabilmek için tarım yapma ihtiyacı doğmuş, insanlık için en büyük değişim başlamıştı. Bu konuda en şanslı coğrafya, Orta Doğu olarak bildiğimiz; Lübnan, Suriye, Irak, Türkiye'nin Güneydoğusu ve Mezopotamya'yı kapsayan ve ekvatora doğru bakan bir hilal şeklinde olduğu için “Bereketli Hilal” olarak bilinen topraklardaki insanlardı. Bu coğrafya, buğday ve çavdar gibi en besleyici tahılların ve at, deve, inek, keçi, koyun gibi hayvanların anavatanı olarak anılacaktı. Sadece bu özellik bile bu coğrafya insanlarının gelişimi için dev bir avantaj sunmuştu. Tarım alanları büyürken, hayvancılık için avlanmak zorunluluğu bitmiş, sanayi devrimi öncesi teknolojiyle tanışmışlardı. Dünyanın diğer bölgeleri yaşam mücadelesi ile boğuşurken, coğrafyamızın insanları ilgi alanlarında uzmanlaşıyorlardı.
Bu coğrafyadan yayılan bilgi ile insanlık hızla ilerlemeye başladı. Diğer bölgeler ile değiş tokuş ve göçler bu yayılmayı hızlandırdı ve bölgeyi zenginleştirdi. Bereketli Hilal bölgesinde ki güç, temel sekiz bitkinin (çift sıralı buğday, tek sıralı buğday, arpa, mercimek, bezelye, nohut, acı burçak ve keten) ki bunların hepsi yörenin doğal bitkisi idi ve dört hayvanın (keçi, koyun, domuz, inek) ki bunlar da yörenin yaban hayvanları idi, evcilleştirilmeleri ile başladı.
Dünyadaki 12 temel tarım ürününün altısının yaban olarak burada bulunması, bu bitkilerin yetişmesine ve tohumlarının saklanmasına elverişli bir iklimin varoluşunun, bitkilerin yaban haldeyken bile verimli olmaları ve bitki türlerinin genellikle ve çoğunlukla kendi kendilerini dölleyen bitkiler olması bu coğrafyanın değerini gözler önüne serdi.
Akdeniz’in korunaklı bir konuma sahip olması önemlidir. Tüm dinlerin bu coğrafyadan dünyaya yayılmış olması da basit bir tesadüf değildi. Medeniyetlerin doğduğu, bilimin geliştiği, demokrasinin tohumlarının atıldığı seviyeden, hiçbir ilerleme kaydedemeyerek tüm bu özelliklerin Batı’ya kayması da şans sayılamaz. Demokrasinin ve yeniliklerin doğduğu topraklara, Batı ülkelerinin demokrasi ve teknoloji getirmek için çalıştığı boyuta gelişimiz ise kaderden öte acıdır.
“Coğrafya kader midir?” sorusu tam şimdi sorulmalı bence. Görünüşe göre cevap, kader denemeyecek kadar karmaşık. Elverişli coğrafi faktör olmamasına rağmen başarılı olan çok sayıda ülke istisnası var. Coğrafya tek başına yeterli değil. Bol doğal kaynaklarla kutsanmış birçok ülke durgun kalırken, halkı yoksulluk içinde zayıflayabiliyor. Afrika, birçok değerli mineralin en büyük yataklarını içeriyor ve hidroelektrik enerji için büyük bir potansiyele sahip, ancak bu kıtanın tamamı geri kalmış ve yoksul.
Gelelim bizim coğrafyaya, dünyanın en stratejik topraklarında yaşamamıza karşın, bilginin bu denli önemli olduğu dünya düzeninde ülkemizde orta öğretimde Coğrafya dersinin seçmeli yapılmaya çalışıldığı bir düzenden bahsediyorum. Tüm bilim dallarının doğuş noktası olan coğrafya bilgisine verdiğimiz önem ortada. Bu noktada kaderimizi altüst etmek bizim elimizde sayılmaz mı? Coğrafyasına hâkim olan medeniyetler ilerler, yaşayacak sıkıntıları bilirler. Yaşadığınız evin sizin küçük coğrafyanız olduğunu varsayın, evin içinde ve dışında oluşabilecek tüm senaryolara hazırsanız korkar mısınız? İşte onun için çok sık tekrarlıyorum ülke yöneticilerinin öncelikle kendi coğrafyalarına ait tarihsel ve günümüz detay bilgilerine sahip olmaları gerektiğini. Doğru ve verimli karar verme süreci sadece bununla mümkündür. Yanlış yönetim ve stratejilerin en temel sebebi topraklarını, insanlarını tanımamaktır. Bu kadar avantajlı başladığımız koşulların hiçbir gayret göstermeden, bilim ve teknolojiden gittikçe uzaklaşarak, sahip olduğumuz değerleri bilgisizlik ve ilgisizlikten görmezden geldiğimiz noktada suçu “kadere” bağlamak gerçekten acizliktir.
Alman coğrafyacı Alexander Humboldt (1769-1859), modern coğrafyanın kurucusu olarak bilinir. Berlin Bilimler Akademisi öğretim üyelerinden olan Humboldt, bir fen adamı ve biyolog olmasının yanı sıra Alman devlet adamlarının ülke yönetiminde danıştığı, esinlendiği bir bilim insanı olarak tanınır.
Simon Bolivar (1783-1830) bir devlet adamıdır. Güney Amerika’daki devletlerin İspanya egemenliğinden kurtulmaları amacıyla hareket ettiğinden, “Büyük Kurtarıcı” diye anılır. En büyük özelliği ülke topraklarını çok iyi bilmesi, insan ve iklim özelliklerini çok doğru yönetebilmesidir.
Ada ülkesi Japonya’nın yeraltı zenginliklerinin dezavantajlı olduğu, aynı yarımadada, aynı özellikte toprakları paylaşan Güney Kore’nin Kuzey Kore’den otuz kat daha zengin oluşu bir tesadüf değil, kader hiç değildir. Nasıl yönetildiği ile ilgilidir.
Atatürk, TBMM’nin 1 Kasım 1937 açılış konuşmasında şunları söyler: “Ülkeyi şimdilik üç büyük kültür bölgesi olarak düşünüp, Batı bölgesi için İstanbul Üniversitesi’nde başlamış olan düzeltim programını daha kökten bir biçimde uygulayarak Cumhuriyete gerçekten çağdaş bir üniversite kazandırmak; merkez bölgesi için Ankara Üniversitesi’ni az zamanda kurmak ve Doğu bölgesi için Van Gölü kıyılarının en güzel bir yerinde, her bölümünden, ilkokullarından üniversitesine varıncaya değin çağdaş bir kültür kenti yaratmak yolunda şimdiden çalışılmaya başlanılmalıdır.”
Atatürk, Van için talimat vermekle kalmaz, 1915’de yakılıp yıkılan, Rus işgaline uğrayan, ahalisi katledilen, ağır travma geçirerek toplumsal hafızasını kaybeden, 1918’de düşman işgalinden kurtarılan, devlet kademeleri ve siyasette temsilcisi bulunmayan, bir anlamda sahipsiz kalan, büyük acılar ve yıkımlar yaşayan ve küllerinden doğan Van’ın gönüllü hamiliğini yaparak Van Üniversitesi kuruluş çalışmaları ve düşündüğü Van projesini bizzat takip eder. Vefatından sonra proje rafa kalkar.
Son söz; batı, bilimle uğraşmaya başladığından beri topraklarımızın değerini bizden daha fazla önemsedikleri için tarih boyunca sudan sebepler yaratarak dünyanın en değerli coğrafyasında söz sahibi olmak istemişlerdir. Bu ülkelerin sahip oldukları yaşam koşullarını düşündüğünüzde, iddianın yüksek perdeden geldiğini düşünebilirsiniz. Haklısınız onlar, insanlık ne kadar gelişirse gelişsin, zamanı gelince doğanın gücü karşısında ne kadar aciz kalabileceklerini biliyor olabilirler mi? Belki de ısrarla bizim üç maymunu oynamaktan sıkılmadığımız…
Evet, coğrafya belki de doğan kişi için kader olabilir ama akıllı toplumlar için değil…