Derya Koca

Derya Koca

Konuşulmayan Nazım Hikmet

Konuşulmayan Nazım Hikmet

15 Ocak’ta Nazım Hikmet’in 119. yaşını kutladık.  Nazım Hikmet yaşasaydı, onu “terörist”, “vatan haini”, “dış mihrak” olarak damgalayacaklar bile sosyal medyada büyük ustamızı “andı.” Nazım’ın kendi düşmanlarını bile dize getirecek büyük ustalığını anmadan geçmek olmazdı.

Her kesim bir şekilde kendi çizgisine yakın göstermeye çalışır Nazım’ı. Oysa onun siyasi yaşamındaki tartışmalar Türkiye’de çok az tartışılıyor. Hatta çoğu zaman yanlış gösteriliyor.

Nazım Hikmet, olağanüstülükler içine doğan ve “kahramanlıklar çağı” olarak adlandırabileceğimiz dönemin kuşağındandı.

O kuşak ki kapitalist dünya karşısında bir hükmü kalmayan Osmanlı’nın yıkılışını yaşadı. Dünya Savaşı denilen emperyalist ateşinden nasibini aldı; işgali yaşadı ve işgal karşıtı mücadeleye tanık oldu. 1917 Ekim Devrimi ile tarihte ilk kez emekçilerin kendi iktidarlarını kurduğu o şanlı devrimi gördü.

Nazım’ı usta şair yapan şey işte o kuşağın “bir şeyler yapmak” için yola düşen enerjisiydi. Ekim Devrimi’nin ezilen ve sömürülen tüm dünya halklarına yaptığı çağrıya kulak veren Nazım’ın Bakü’ye yaptığı yolculuk her şeyin başlangıcı oldu. O yıllarda yalnız Nazım Hikmet “sosyalizm cereyanına” meyletmedi. Onun gibi nicesi vardı hem de dünyanın dört bir yanından!

Büyük Ekim Devriminin çekimi sadece Nazım ve Vala’yı çekimine almamıştı. 100. Ölüm yılını andığımız büyük devrimci Mustafa Suphi bu yoldan geçmişti.

Anadolu’da eski düzenin yıkıldığı ve yenisinin doğum sancıları çektiği bir ülkede her olasılık masada idi. Bugünkü gibi “aman tadımız kaçmasıncılar”ın devri değildi. “Ne zorluk varsa göğüsleyip, insana insanca bir dünya kurmak için ne gerekiyorsa yapmalı!” diyen bir kuşağın çağıydı. Nazım Hikmet önce işgal karşı harekte katılmak için Anadolu’ya, oradan da tüm dünya insanlığının kurtuluşu için Sovyetlere….

Fakir Anadolu’ya da Ekim Devrimi’nin rüzgârı çoktan ulaşmıştı. Sadece aydınlara, işçilere değil hem de. Söz gelimi birinci Mecliste, Tokat Mebusu Nazım Bey’in (Resmor) başını çektiği Halk Zümresi yüzünü Rus emperyalizmi altında ezilen Türki memleketlerin özgürleşme ve eşitlik özlemlerine cevap veren sosyalizme yüzünü dönüyordu. Çerkez Ethem’in Kuvva-i Seyyare’si de bu ilhamla doluydu. Yani kurulacak yeni ülke; Batı denilen şeyin( yani emperyalizmin) kapitalistlerin ve para babalarının yolundan giderek mi işgali yenecekti yoksa işgali yenip yoksul köylünün, işçinin hakça yaşayacağı bir yeni düzen mi kuracaktı. Asıl soru buydu.

Söz gelimi Mustafa Suphi, genç ve parlak bir Türk devrimcisi olarak, sürgünde olduğu Rusya’dan 1920’de işgal karşıtı direnişe katılmak ve direniş içinde örgütlenen yoksul halkın geleceğinin nüvesini de çıkarmak için yola çıktığında parolası “Amele ve Rençber Şuraları Cumhuriyeti” idi.  İşte Nazım, bu dönemin kavgasında pişti. Anadolu’nun dertlerinin salt milli bir devlet kurmakla çözülemeyeceğini gördü. Türkiye’ye döndüğünde bu özlemin kavgasına girdi; o kavganın şiirlerini yazdı.

Cezaevinde geçti ömrü. Çünkü bu ülkenin anayasası iddia ediyordu ki; Türkiye bir imtiyazsız sınıfsız, kaynaşmış bir kitledir! Ülkenin ceza kanunu faşist Mussolini’nin kanunlarıydı. Mesela, “Anadolu’nun köylerine koleradan çocuklar ölüyor”, “açlıktan halk perişan” demek Bursa kalesinde yatmak demekti.  

Savaş ağalarının, para babalarının, yağmacıların, bürokratların düzenine savaş açmış bir beynin işleyişini hiçbir hapishane durduramadı. Üretti, üretti, üretti…

 Şiirini; Ekim devriminin devrimci şiiriyle beslemiş, halk edebiyatının incelikleriyle büyütmüştü. En zor eserleri hapishane koşullarında yarattı. Cezaevi arkadaşı Orhan Kemal’i muazzam bir öykücü yaptı. Büyük ressam İbrahim Balaban’a resmi o öğretti. Tolstoy’un Savaş ve Barış eserini ilk kez Türkçe’ye o çevirdi. Mahpusların abisi, öğretmeni olmuştu. Devrimci kişiliği ile gittiği tüm hapishanede sevilen, sayılan biri oluyordu. Çevresindeki tüm hayatlara dokunan özel bir kişiliği vardı.

Gelgelelim Nazım’ın kavgası sadece ülkede ve dünyadaki efendiler değildi. Ülkesini terk edip Rusya’ya sürgüne gitmeye zorlanmışken tüm dünya onu “büyük şair” olarak tanıyordu. Ama onu kederlendiren şey sadece sürgünlük ve özlem değildi. O aynı zamanda, ilk gençlik yıllarında Lenin ve Troçki hayattayken gördüğü 1920’nin devrimci Rusya’sından 30 yıl sonra geriye çok az şey kalmıştı. Devrim dünyaya yayılamamış, bir avuç bürokrat tarafından Rusya’da devrim yozlaşmıştı. Nazım’ın ömrünün son yıllarına eşlik eden şey bu yüzden sadece özlem değil aynı zamanda derin bir hayal kırıklığı idi.

Nazım devrimi, karşı devrimi; sevdayı ve zindanları; atom bombasını ve Nazilerin fırınlarını gördü.

İnsanlığın en büyük zaferlerini de en büyük yenilgilerini de tattı. Ancak Nazım, yılgın ve umutsuz tek satır yazmadı. En güçlü duygusu hep umuttu. Öfkeye eşlik eden bir umut.

Bugün ise geleceğinden umudunu kesmiş, karamsarları etrafımızda ne çok görüyoruz…

Bu dünyadan Nazım geçti, hem de kavganın tekrar tekrar okunası güzel eserlerini ardında bırakarak.

Bugün bizlere ilham olsun; zalimlere karşı nefesimize nefes katsın diye.

19 Ocak, Hrant Dink’in katledilişinin yıldönümü. Kardeşimizi öldürenlere öfkemiz her geçen yıl büyüyor.

Bugün Baldur işçilerinin grevinin 25. Günü.

Bugün PTT taşeron işçileri mücadelesi sürüyor.

Kadınlar her gün vahşice öldürülüyor.

Emekçi halk fakirleşmeye terk edildi.

Bugün, verilecek çok mücadeleler var.

Büyük Usta’yı kuru kuru anmak olmaz. Bugün üzerimize düşeni yaparken onun şiirleri nefesimize nefes katsın.

 

Bu yazı toplam 6413 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar
Derya Koca Arşivi