Derya Koca

Derya Koca

Kadın mücadelesine yeni bir yön lazım

Kadın mücadelesine yeni bir yön lazım

Pandeminin ağır bedelinin emekçi halkın sırtına yüklendiği bir yılı geride bırakırken; milyonlar korona virüs nedeniyle yaşamını yitiriyor, işsizlik tarihi rekorlar kırıyor, sağlık sistemleri çöküyor, eğitimde fiili iflas yaşanıyor.  Kapitalizmin kendi doğasından kaynaklanan toplumsal eşitsizlikler pandemiyle daha da görünür hale geliyor. Derinleşen sınıfsal çelişkilerin patlaması ile emekçilerin 2019’da tüm kıtalara yayılan isyan dinamiği (her ülkede başka bir hikayeye sahip olsa da) alternatifsizlik nedeniyle şimdilik bekleme sürecinde görünüyor. Bu dinamiğin en canlı unsurlarından olan kadınların mücadelesi ise dünyada halen canlı. 

Türkiye’de de AKP döneminde yeni bir şekillenme sürecine giren, canlılığını yitirmeyen kadın hareketinin varlığına rağmen bu potansiyellerin ciddi anlamda altında kalan bir toplumsallaşma sorunu söz konusu. Oysa kadın cinayetinin işlenmediği tek bir gün bile geçmiyor, kadın işsizliği zirvelerde. Kadınların mücadelesinin artan meşruiyetine rağmen bulunduğu nokta, bize ertelenmemesi gereken tartışmalarla harekete yeni bir yön vermek ihtiyacını tekrar tekrar gösteriyor.

Şiddet Sorunu

12 Eylül’den itibaren uygulamaya koyulan neoliberalizm ve AKP iktidarının vahşi bir şekilde sürdürdüğü piyasacı otoriter muhafazakarlık altında Türkiye kadınların adeta cehennemine dönüştü. Bu tabloya son dönemde tarihi işsizlik ve döviz krizi eklendi. Emekçiler için derince bir cehennem kazıldı. İki kat altına da kadınlar konuldu. Tüm bu merkezi çerçeveyi bir kenara atıp salt erkek karşıtı söylemle hareket etmeyi öncelik haline getirmek en temel zayıflık. Erkeklerin şiddeti uygulayan taraf olması ise bir sonuç. Şiddete karşı mücadelede bu sonucu değiştirecek şekilde hareket etmek zorundayız. 

Kadınların sokak ortasında güpegündüz öldürüldüğü günler daha tazeyken AKP İstanbul Sözleşmesi’ni diline doladı. Sözleşme’ye karşı geliştirilen gerici kampanya, geniş bir toplumsal tepki ile püskürtüldü. Şimdilik kağıt üzerinde Türkiye’nin imzacısı olduğu sözleşmenin gerçek yaşamda bir karşılığı ise fiilen yok. İstanbul Sözleşmesi’nin tek başına hiçbir kadını yaşatmaya yetmeyeceğini anlatamayan; kadınları eve kapatan, gelecek işçi kuşaklarını bedavaya getiren kapitalist düzenin muhafazakar AKP versiyonunun kadınların asıl cehennemi olduğunu ortaya koyamayan bir kadın hareketi ne yazık ki “savunma” pozisyonundan çıkamadığı ölçüde duyarlılık yaratmanın ötesine geçemiyor. 

Savunmadan Saldırıya 

İstanbul Sözleşmesi’nin sınırlı çerçevesine bile tahammül edemeyen iktidar ciddi bir geri adıma zorlandı; ancak ortada pozitif bir kazanım yok. Kapitalist düzenin beş kuruş para harcamak istemediği kreş, bakım evleri, sığınma evlerinin yaygınlaştırılması; kadın istihdamının artırılması gibi somut adımlar atılmaksızın kadının toplumsal konumunu ilerletmek, kadını içinde ne yaşanırsa yaşansın aileye mahkum eden koşulları ortadan kaldırmak ve kadın cinayetlerine ket vurmak mümkün değil. Sosyalistlerin mücadelesinin merkezinde, kadınların çoğunluğu olan emekçi kadınların bu acil ihtiyaçları olmak zorunda.  Böylesi bir gündem; AKP’ye ve hizmetinde olduğu/sefasını sürdüğü sistemin kadın düşmanlığını asıl geriletecek siyasi ve sosyal enerjiyi açığa çıkaracaktır. Kadın hareketinin içine sıkıştığı dar katmanın sınırları başka türlü aşılamaz. Şiddet bile görse ses çıkaramayan milyonlarca yoksul muhafazakar kadına başka türlü ulaşılamaz. Peki bu neden yapılmıyor? Nedeni kadın hareketinin ideolojik temellerinde yatıyor.

İdeolojik Savrulma

Kadın hareketinin yasaların uygulanmasına dair geliştirdiği feminist söylem son derece savunmasız. Burjuva siyaset, toplumdaki basınç noktalarını soğurma esnekliğine sahip. Kadın hareketinin söylemi güçlü bir toplumsal/sınıfsal içerikle donatılmadığı ölçüde iktidarın üzerinde kurulan baskı, fiili pozitif kazanımlara dönüşmüyor. Kimlik politikalarının burjuva düzende sahip olduğu popülerlik son derece kullanışlı bir karşı silaha çok kolay dönüştürülüyor. Sınıfsal bileşimi itibariyle, şu an hareketin hitap ettiği orta sınıflar ise her ne kadar konuya duyarlı olsa da hem toplumu dönüştürme ve iktidar üzerine yaptırım uygulama gücüne sahip değil hem de ruhu emekçi kadının acil ihtiyaçlarına hitap etmiyor. İşte temel çelişki burada.

Arjantin’den bir örnek verelim: 2016’da zirve yapan; kadın cinayetlerini durdurmak ve kürtaj hakkını kazanmak için mücadele eden kadın hareketi içinde oldukça güçlü olan burjuva Peronizm, Macri’ye karşı kilise gericiliğinin desteğini almak için seçim vaatlerinden bile kürtaj talebini geri çekmişti. Şimdi de iktidarda olmasına rağmen pandemi nedeniyle sağlık sisteminde kürtajın “öncelik edilemeyeceğini” iddia ederek ayak sürüyor. Çünkü biliyor ki kendi üzerinde yaptırım yok ve asıl meselesi krizdeki ülkeyi kapitalizmin sularında yüzdürmek. İktidardaki Peronistler, gerici burjuva programı uygulamakla meşgul. Kız kardeşlik söyleminin aşılıp sınıf mücadelesinin araçları hakim kılınmadığı ölçüde bu tıkanmanın aşılması o kadar da kolay olmayacak.

ABD’de de farklı bir senaryo yok. Geçtiğimiz günlerde emperyalist restorasyon programıyla başa gelen Biden’ın yardımcısı Kamala Harris, siyah ve kadın dinamiğinin aynı anda desteğini almak üzere devreye sokuldu. Aynı şekilde kadın düşmanı Trump’ın ilk kez seçime girdiği 2016 yılında, kadın hareketinin ABD’nin müesses nizamının çıkarlarına kanalize edilmebilmesi için Hillary Clinton imdada yetiştirilmişti. Dün “kız kardeşleri” Hillary’yi destekleyenler; bugün “göçmen”, “siyah”, “kadın” Harris’in ABD emperyalizminin tepesine tırmanışını alkışlayacak kadar kimlikçiliğin kör kuyularına dalmış görünüyor. Ve ne yazık ki sayısal olarak küçük bir kesimin kadın hareketindeki etkisi, kendi boyundan büyük.  

Bu yazı toplam 5139 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar
Derya Koca Arşivi