AŞK VE ÖLÜM
Günlerdir, hatta aylardır öyle bunalmışım ki karmaşadan, siyasetten, kendimi edebiyatın, müziğin, sanatın dünyasına atmayı düşünüyordum. Fakat Türkiye’nin gündem yoğunluğu bu konuları oldukça lüks kılıyordu, ben de bir türlü yazamıyordum.
Dün akşam, yine gündem üzerine yazarken, bir taraftan da TRT Müzik’teki Musa Eroğlu’nun Telli Turnam programını dinliyordum.Yazıma odaklandığım için bir çok türküyü de duymuyordum.Ama, Musa Eroğlu, Mihriban türküsünü çalıp söylemeye başlayınca birden dikkatim dağıldı. “İşte bu” dedim “işte bu.” Elimi klavyeden çektim, dinlemeye başladım. Ne güzel bir türküdür, nasıl da özlemişim türküleri, şarkıları. İnsana yaşamın güzelliğini yeniden hatırlatıyorlar.
Aşk hallerinin en güzel tarif bulduğu şiirlerden biridir, Mihriban. Hele bir de Musa Eroğlu’nun ezgisi ve yorumuyla bir başka işliyor içime.
Türküyü kendimden geçmiş dinlerken, birkaç yıl önce, Selda Bağcan’ın katıldığı bir programı hatırladım.
Selda Bağcan, Mihriban türküsünü büyük bir şevkle okuyup yerine oturduktan sonra, şiirin güzelliği üzerinde konuşmaya başladılar. Program sunucusu “Abdürrahim Karakoç’u da bu vesileyle analım” deyince Selda Bağcan şaşırdı. Çünkü, şiirin Abdurrahim Karakoç’a ait olduğunu bilmiyormuş. Ama asıl şaşırma nedeni, dindar bir insanın bu kadar güzel bir aşk şiiri yazamayacağını, yazsa bile böylesine aşikar edemeyeceğini düşünmesindendi.
“Belki” dedi sunucu “Allah aşkını dile getirmiştir, bu şiirde”. Selda Bağcan itiraz etti “Hayır, mümkün değil, bu kadar güzel bir aşk şiirini, kesinlikle bir bayana yazmıştır.” İçimden gelen kuvvetli bir ses Selda Bağcan’ın doğruluğunu tasdik etti.
Sunucu “ama” dedi “bilinen böyle bir bayan yok, Karakoç’un hayatında.” Selda Bağcan tekrar itiraz etti ve kendi düşündüğünün doğruluğundan emin, “mutlaka bilen birisi vardır, böylesine büyük bir aşk, tek başına taşınamaz, çünkü.” dedi.
Güzel bir sohbetti. En çok da , Selda Bağcan’ın Karakoç’un şiiri olduğunu duyunca şaşırması, gülümsetmişti beni.
Yıllar önce, Mustafa Yıldızdoğan da bir programda anlatıyordu “Almanya’ya gitmiştim ve ilk kez yurtdışına çıkıyordum. İstasyonda tren beklerken genç bir kız, elini yüzüne kapamış hıçkırıyor, göz pınarlarından durmaksızın yaş akıyordu. Bir süre sonra tren hareket etti ve kız, bu kez yere diz üstü çöktü, ne yapacağını bilemez bir şekilde sarsıla sarsıla ağlamaya başladı. Bir çok kişi merak etti neden ağladığını. Ben de merak edince yanımdakine sordum, meğer sevgilisi trenle uzak bir yere gidiyormuş. Ben zannederdim ki bu kadar derin aşklar sadece Anadolu’da yaşanır.Öğrendim ki, insanın olduğu her yerde aşk aynıymış.”
Her iki sohbeti de gülümseyerek, biraz da şaşırarak dinlemiştim. Çünkü, aşkın dindarı ateisti, sağı solu yoktu. Aşkın zengini fakiri, yaşlısı genci, zencisi beyazı, kadını erkeği de yoktu. İnsan olan herkesi her an vurabilirdi, ansızın. Aynen ölüm gibi.
Ayrıca mekanları, yaşanma biçimleri, sonuçları farklı olabilirdi ama insanları bir aşk eşitlerdi, bir de ölüm.
Aşk ayrılığının insana verdiği acı, ölüm acısından daha ağır olmalı ki, Karakoç “ayrılıktan zor belleme ölümü/görmeyince sezilmiyor Mihriban” diyor. Ancak şu da bir gerçek ki, edebiyat ve sanatta, aşk acısı ölümden daha beter görülse dahi, asla vazgeçilmek istenmeyen bir duygudur aynı zamanda.
Ben bu yazıyı yazarken Mihriban’ı dinlemeye devam ettim.Sonra Neşet Ertaş’ın Gönül Dağı’nı, sonra da Yavuz Bingöl’den Candan İleri türküsünü...
Bütün günlerimizin samimiyetsiz gösterilerden uzak; türküler kadar yürekten, sıcak ve sevgi dolu olması diliyorum.