SOYTARILAR VE DALKAVUKLAR
Ayakkabının nasıl icat olunduğunu anlatan bir hikaye okumuştum.Hikayeye göre; bir ülkede, akılsız ama kendini çok akıllı zanneden bir kral varmış. Keyfine düşkün bu kral, çıplak ayaklarıyla bastığı yerdeki çopurlardan, ayakları incinir ve rahatsız olurmuş. Bir gün dayanamamış ve saray çalışanlarına, ayak basacağı her yere sığır derisi döşenmelerini emretmiş. Bu emri duyan saray soytarısı gülmeye başlamış ve “bu ne biçim saçmalık” demiş. Soytarının bu tepkisini duyan kral, çok sinirlenmiş. Soytarıyı huzuruna çağırıp “bu ne terbiyesizlik” demiş, “meğer güldün bana, daha iyi çözümün yoksa boynun gider, bilesin.”
Soytarı “efendim” demiş, “her yeri sığır derisiyle kaplayacağınıza ayaklarınızı kaplayan tabanlıklar kestirip kullansanız, daha iyi olmaz mı?”
Rivayete göre, ayakkabıların atası olan sandaletlerde böylece icat olunmuş.
Hiç lafı dolandırmadan giriş yapayım. Soytarılara her zaman sempati duymuşumdur. Nedense bana palyaçoları da hatırlatırlar.
Soytarıların öncelikli görevi kralları ve sarayı eğlendirmekti. Çok önemli bir şey daha yapardı, soytarılar. Zeka ürünü ince mizahlarıyla kralları bile eleştirirlerdi. Zeka ve bilgelikleriyle yaşarlardı. Yarı delilik zırhı altında herkesten daha açık sözlü ve dürüsttüler. Belki de sarayların en özgür ve özgün kişileriydi.
Yazar Erol Anar, Krallar ve Soytarılar adlı kitabında, “soytarılar dans eden kraldır” diyor. Kimine göre soytarıların bu kadar çok sevilmesinin nedeni, katı kuralların içinde sıkışıp kalmış soyluların, kendi içlerinde var olan ama bir türlü ortaya çıkaramadıkları ‘soytarılıkları’ yansıtıyordu. Bir nevi deşarj yöntemi.
Soytarıların, kırbaç yeme pahasına da olsa doğruyu söylediklerini, kendileri gibi olduklarını romanlarda, tiyatro eserlerinde okumuşumdur ve bu özellikleriyle de ben soytarıları sevmişimdir.
Bizim kültürümüzde soytarılığın karşılığı olarak dalkavukluk mesleği vardı. Ancak bizdeki dalkavuklarla kral soytarıları, kültürel yapımız gereği epey farklıdır. Şöyle ki; dalkavuklar soytarılar gibi uyarıcı bir görev yapmazlar. Onlar sadece eğlendirir ve “siz ne diyorsanız doğrudur, efendim” deyip, her şeyi onaylamakla görevliydiler. “Siz mükemmelsiniz, hazretleri” söylemlerinde ne kadar becerikliyseler bahşişleri de o kadar artıyordu.
Ayrıca, soytarılar doğruyu söyledikleri için kırbaç yerlermiş, bizim dalkavuklar ise, para karşılığında dayak yerlermiş. Mesela, dalkavuğun başına yumruk indirme 40, yüzüne mürekkeple ve kömürle kara sürme 37 paraymış.
Her konakta dalkavuk bulundurmak da adettenmiş.Tanzimat Döneminde dalkavukluk mesleğine resmiyette son verilmiş.
Ben diyorum ki, keşke verilmeseymiş. Çünkü,resmi olarak ortadan kalkınca, şimdilerde insanların iş ehli olduğu için mi, yoksa gayri resmi dalkavukluktan mı itibar gördüğü uzaktan anlaşılmıyor. Hiç değilse o zamanlar dalkavuklar tescilli olduğu için, kimin hangi görevi üstlendiği belli idi.
Dalkavukluk resmiyette kaldırıldı ama, ilkel egolar aynı şişlikte durunca, dalkavuklara ihtiyaç biter mi? Elbette hayır… Bu ihtiyacı bilen gayri resmi dalkavuklar, boşluğu doldurmak için birbiriyle yarışmaz mı? Elbette evet…Bizim kültürümüzde dalkavukluk, bir ruhsal ihtiyaç. Alanıyla da vereniyle de. Zannımca, bu davranış biçimimiz hem ekonomik hem de kültürel gelişimimize epey zarar veriyor.
Bana göre bu saçmalığa son vermenin yolu, ruhların sanat ve edebiyatla doyurulmasından geçiyor. Bu noktadan baktığımda da ne yazık ki, daha uzun uzun yollar kat etmemiz gerekir.
Neyse, meğer bir soytarı rivayetiyle başladım yazıma, bir dalkavuk rivayetiyle bitireyim.
Bir Osmanlı Paşası, evvel zaman içinde dalkavuklar arasında "dalkavukluk yarışması" açmış.
Bu dalkavuklardan birinin yazdığı bir mektup ertesi gün paşanın eline ulaşmış… Mektubun bir satırı Arap harfleriyle, bir satırı Latin harfleriyle yazılıymış…
Paşa mektubu yazan dalkavuğu çağırıp sormuş:
- Bu ne biçim mektup? Bir satır Latin harfleri, bir satır Arap harfleri… Neden böyle bu?
Dalkavuk pişmiş kele gibi sırıtmış...
- Paşam, aziz boynunuz yorulmasın diye böyle yaptım… Arap harflerini okurken sağdan sola ilerlersiniz. Ertesi satırda başa dönmenize gerek yoktur, Latin harfleriyle soldan sağa ilerlersiniz. Böylece her satırın sonunda, başa dönmenize gerek kalmaz, o mübarek boynunuz da yorulmaz.
NOT:Bir önceki yazımda yer verdiğim şiir dizesi, Ataol Behramoğlu’na aittir. Bir hata oldu, özür dilerim.