SİNOP, CEZAEVİ, DUYGULAR(I)

SİNOP, CEZAEVİ, DUYGULAR(I)

  

Sinop, gezip görmeyi istediğim şehirlerden biriydi. Türkiye’nin  sessiz, var mı yok mu belli olmayan kendi halinde bir şehriydi. Karadeniz kıyısında olduğu için şüphesiz doğal güzelliklerle de bezeliydi. Ancak en çok Sinop Cezaevi’ni merak ederdim. Galiba Sabahattin Ali’nin bendeki etkisi olsa gerek. Bir gün gideceğim ve Sabahattin Ali’ye, o güzel şiirleri yazdıran bu cezaevini göreceğim, derdim.

Bir sabah aniden Sinop’a gitme fikri belirdiğinde hiç düşünmeden “hadi” dedim, “gidelim.”

Türkiye’nin en kuzeyindeki bu şehir,  ada üzerine kurulmuş. Bir cadde genişliğindeki toprak parçasıyla, anakaraya bağlanıyor. Şehre giriş de çıkış da aynı caddeden yapılıyor.

Şehrin girişinde ünlü filozof Diyoje’nin heykeli var. Elinde bir fener, gündüz gözüne hala ‘adam’ arıyor. Belli ki henüz bulamamış. Duruma bakılırsa bulacak gibi de gözükmüyor.

Türkiye’nin mimari estetikten yoksun o koca koca pencereli çirkin apartmanları, burada da var. Bir vilayetten çok, kazaya benziyor. Küçük, bakımsız ama sevimli. Doğal olarak her tarafı deniz ve tepelere kurulmuş evlerin hemen hemen hepsi, deniz manzaralı.

Fırtınalı günlerde büyük gemilerin yanaştığı koca bir limanı var. Evlerden manzara muhteşem. Böylesi bir manzaraya sahip olan evlerin kirası 500-600 lira. “Aynı özelliklerde bir evin İstanbul’daki kirası nedir, acaba” diye aklımdan geçiriyorum. Düşünemiyorum. Düşünmekten vazgeçiyorum.

Belki küçük bir yer olduğu için dikkatimi çekmiştir ama gezdiğim diğer şehirlere oranla en çok tarihi yapı burada vardı. Taş binalardı. Hangi dönemlerden kaldı bilmiyorum, son derece zarif, estetik inşa edilmişti. Bu binalar, çirkin apartmanlara inat, gelin zarafetinde süzülüyorlar.

Sinop Cezaevine bir öğleden sonra gidiyoruz. Hayatımda ilk defa bir cezaevi göreceğim. Öncelikle bunun tuhaflığını yaşıyorum. Sonra kendime geliyorum ve bu cezaevi ile ilgili bilgilerimi kafamda kurcalıyorum. Öncelikle Sabahattin Ali, bir de denizin deli dalgalarının duvarları yaladığı manzara geliyor, aklıma. Karadeniz’in sert dalgalarının cezaevi duvarlarına vururken çıkardığı sesi bile duyuyorum sanki. Oysa, cezaevi ile denizin arasını, bir cadde genişliğinde toprakla doldurmuşlar. Acıklı olsa da, bir o kadar edebi olan denizle cezaevi vuslatı, bu şekilde sona erdirilmiş. Nedense üzülüyorum. Sebahattin Ali’ye ilham veren, deli dalgaların artık denizi yalamaması hayal kırıklığına uğratıyor beni. Sonra öğreniyorum; buradan geçen cadde, kısa bir süre sonra Âşıklar Caddesine bağlanıyormuş, gülümsüyorum, ‘ iyi, bari’ diyorum.

Arabayla yol alırken, biraz sonra içerisine gireceğim Sinop kalesinin kalın ve yüksek duvarlarına, tarihi izler arar gibi dikkatle bakınıyorum. Bu devasa taş duvarlara canlı birer varlıkmış gibi bakıyorum. Hangi zaferlere, yenilgilere, acılara, sevinçlere tanıklık ettiklerini öğrenmek istiyorum.

 

(Yazının devamını haftaya yayınlayacağım)

 

 

 

 

 

 

 

Bu yazı toplam 240 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi