ÇOCUKLARIMIZ SUYA HASRET KALMASIN
Yıl 2021, tüm okurlarımıza sağlıklı ve mutlu bir yıl dileyerek başlamak istiyorum.
2021 yılının sayıdan bağımsız bizlere neler getireceğini merak ederken üst üste zam haberleri ile uyandık. Enflasyonun yeniden çift haneleri gördüğü ülkemizde soyut gündem maddelerini ve siyasi manevraları bir kenara bırakacak olursak büyük bir kuraklık ve ısınma problemi ile karşılaştığımız kocaman bir gerçek.
İlimizi besleyen ve iktidar partisinin siyasi malzeme olarak kullandığı Yuvacık Barajı’ndaki durum ve ona bağlı Sapanca Gölü’ndeki su seviyesi düşünüldüğünde ilimizdeki kritik eşiği aşmış durumdayız. Dört günlük su kesintisinin hayatımızı felç ettiğini düşünürsek gelecek on yılda iki kova suya hasret kalabiliriz.
Konuya genel perspektiften bakacak olursak,
Küresel su sorununa gerçekçi bir çözüm getirebilmek için öncelikle şu tespit yapılmalıdır: Bugün yerküreyi su kıtlığı tehlikesi ile baş başa bırakan asıl tehlike, kapitalist ekonomi politikalarıdır. Bugün su sorununa dair tartışılan suyun metalaşması, su kirliliği, suya ulaşamama, dengesiz suya dayalı üretim gibi sorunların hepsinin dayandığı nokta kapitalizmdir. Bu gerçek görmezden gelinerek getirilen çözüm önerilerinin geçici tedbirlerden öteye geçemeyeceği ortadadır.
Birleşmiş Milletler, Dünya Bankası, IMF vb. gibi sistem kuruluşlarının, hazırladığı raporlarda bağımlılık ilişkilerini derinleştirmek ve kişisel su tüketimlerini azaltmanın yollarını göstermek haricinde bir şey söylenmemekte, bu sayede örgütlü politik eylemlilik yerine bireyciliğin pompalandığını ve bireysel dönüşümün toplumsal dönüşümü getireceği söylenmektedir. Oysaki dönüşümün aşırı kardan başka bir şeyi hedeflemeyen sistemin dünyayı tüketmekte olduğu gerçeğini unutmamalıyız.
Yeryüzünde var olan suyun sadece yüzde 2.5’i tatlı su olarak tanımlayabileceğimiz niteliktedir. Bu suyun çok büyük bir kısmı buzullarda ve buz tabakalarında donmuş haldedir. Donmamış olan suyun büyük bir kısmı yeraltı suyu olarak depolanmakta, yüzey ve atmosferik olarak değerlendirebileceğimiz su miktarı ise tüm tatlı su potansiyelinin yalnızca yaklaşık yüzde 0,4’üne tekabül etmektedir. Kullandığımız su, akışa geçen yüzey suları ve pompalar yolu ile yeraltından çektiğimiz yeraltı sularından meydana gelmektedir.
Doğaya bilinçli olarak müdahale eden yegâne varlık olan türümüz, bu döngüye geçtiğimiz yaklaşık 300 bin yıldır kayda değer bir tahribatta bulunmamışken, sanayi devrimi ile birlikte son iki yüzyıl içinde hızla artan kar odaklı üretim ve tüketim tahribatın boyutlarını onarılamayacak boyutlara taşımaktadır. Suya dışarıdan herhangi bir müdahale olmadığı koşullarda suyun bir mekânı vardır. Bu mekân suyun havzası olarak tanımlanmaktadır. Endüstri ve tarım suyu mekânından kopartmaktadır. Endüstri ve tarımda kullanılan su, üretilen ürünler ile beraber taşınmaktadır. Günümüzde suyu mekânsızlaştırmayı en somut olarak ambalajlı su sektöründe görmekteyiz. Belirli bir havzada döngüde bulunan su, bu sektör vasıtası ile birlikte mekânsızlaştırılmaktadır.
Dünya ölçeğinde tarımsal açıdan bakılınca ülkemiz su stresi yaşayan ülkeler kategorisindedir. Dünyada genel eğilim olarak gelişmiş ülkelerin susuz tarımı, görece az gelişmiş ülkelerin ise sulu tarımı tercih ettiği söylenebilir. Susuz tarım; toprağın koşullarına uygun ürünlerin tercih edildiği, küçük ölçekli ürün alımının hedeflendiği, ihtiyaç duyulan suyun ise yağışlardan elde edildiği bir yöntem olarak tanımlanabilir. Ülkemizin de içinde bulunduğu ağırlıklı sulu tarım yöntemini uygulayan ülkeler, tarımsal üretim artısı yaratmak adına muazzam su harcayan, iklimsel risklerden en az etkilenecek şekilde yılda çift mahsulün alındığı ama sürdürülebilir olmaktan uzak, yoğun toprak sömürüsüne dayanan bu yöntemi gerek öngörü yoksunluğundan gerekse tarım endüstrisinin gelişmemişligi sebebi ile benimsemektedir.
Dünyada ülkeden ülkeye çok farklılık göstermekle birlikte su kaynaklarının yaklaşık yüzde 20’si sanayi amaçlı kullanılmaktadır. Türkiye’de özellikle 2005 yılı sonrasında yapılan hidroelektrik enerji santralleri toplumsal yaşama, su rejimine ve ekosisteme ciddi anlamda zarar vermiştir. Biz musluklardan suyu boşa akıtırken Birleşmiş Milletler raporları içme suyuna ulaşımın zor olduğu ülkelerdeki kadınların her yıl 40 milyar saatini suya ulaşmak için harcadıklarını ortaya koymaktadır.
Su sorunu, gelişen sanayi, tarım, nüfus artışı ve kentleşme ile beraber daha fazla su ve enerji ihtiyacının dünyanın mevcut su kaynakları üzerinde oluşturduğu baskı olarak tanımlanabilir. Ülkemizde gündemi düşündüğümüzde sorunun sadece mevsimsel bir sıcaklık artışı gibi ele alınması, iklim değişikliğini herkesin fark edip hiçbir şey yapmaması akıl tutulmasıdır.
Ülkemizde de özellikle 2000’li yılların ikinci yarısında ciddi sayıda artan HES yatırımları ile su mücadelesi çok fazla tartışılmıştır. Günümüzde bu tartışmanın şiddeti görece azalmakla beraber suya yönelik sermaye müdahaleleri hız kesmeden devam etmektedir.
Sulama birliklerinin özelleştirilmesi ile ilgili kanun değişiklikleri, su idaresinin Katar’la paylaşılması, Kanal İstanbul ve benzeri projeler ileride acısını bolca yaşayacağımız icraatlardır.
Su hakkı yasal mevzuatlar ile beraber garanti altına alınmalıdır. Ulusal düzeyde kurulacak su planlama merkezleri suyun tarımsal, kentsel ve endüstriyel kullanımını bütünlüklü bir şekilde gözetilerek, toplumsal ve ekolojik ihtiyaçlar göz önünde bulundurularak ulusal su politikası oluşturulmalıdır.
Doğada yapılan tahribatın önlenmesi için göç, çarpık kentleşme, imar kirliliğinin engellenmesi, yenilenebilir enerji meselesi sosyal ve proje olarak yeniden ele alınmalı ısınan dünya soğumaya alınmalıdır.