BİR İNSAN, BİR DRAM

BİR İNSAN, BİR DRAM

 

Zorba, benim için çok özel bir romanın kahramanı. Aynı zamanda,en sevdiğim romanlardan biri, Aleksis Zorba. Başucu kitabım. Üç kez okudum, bu romanı.  Bu günlerde yine okuyasım var.

Kitabı hatırlamamın nedeni, işyerlerindeki diktatörlerin, mobbing literatüründe ‘zorba’ diye anılması. Kaderin cilvesine bakın ki, en sevdiğim roman kahramanı ile hiç sevmediğim karakterler, aynı ismi taşıyor.

Ankara’ya seminerler için gittiğimde, Mobbing İle Mücadele Derneği Başkanı Hüseyin Bey, “ şimdi  mobbing mağduru ile randevum var, gel seni de götüreyim. Bak ki, insanlar işyeri ‘zorba’larının elinde ne hale geliyor” dedi.

Ünlü bir üniversite hastanesinin dahiliye bölümünde bir doçentti. Odasında kabul etti, bizi. Oldukça küçük ve dağınık bir oda. Onca malzeme ve kitap odaya sığmamış. Masasının üzeri de kitap, dosya ve evraklarla dolu.Masa yanına yerleştirilmiş iki sandalye neredeyse kapıya çarpacak.

Uzun boylu, iri yapılı, 45-50 yaş arası, kibar bir beyefendi. Konuşmalarından oldukça entelektüel, sosyal, çalışkan bir insan olduğunu çıkarıyorum. Belli ki, mesleğine tutkuyla bağlı.  Yaptıklarının ve düşündüklerinin doğruluğuna inancı tam. Akıcı konuşuyor, düşünceleri net ve açık.

 Bütün bu özellikleriyle, o özelliklere sahip olmayan insanlar tarafından ukala, kendini beğenmiş, isyankar olarak algılanabilir. Hele bir de amiri olan zorba böyle algılamışsa, işi bitmiş demektir. Zaten öyle de olmuş. Bilgiyle değil de, yetkilerle adam olanlardan korkmak lazım.

Mobbing kurbanlarının konuşacağı çok şey oluyor. Hani aşk ağlatır, dert söyletir, derler ya, bu sözü haklı çıkarıyor gibi.  Anlatıyor anlatıyor, bitiremiyor. Yaşadıkları öylesine çok. Tam üç büyük dosya belge biriktirmiş, hepsini tarih sırasına göre dizmiş.

Güldüm, bu dosyalardan bir tanesini düzenlemek için kaç saat zaman harcadınız, diye sordum. Sadece sıralamak için beş saat, dedi. En çok da on iki yaşındaki kızına üzülüyormuş, ona eskisi kadar vakit ayıramadığı için.

Kötü bir durum, diyor, insanın mesleği için harcaması gereken enerjiyi sömürüyorlar, diye ekliyor. Yaklaşık, bir buçuk yıl önce başlayan mobbingin nedenini siyasi görüş farklılığına bağlıyor. Başka da bir şey bilmiyorum, diyor.

 Sık aralıklarla uyarı verip soruşturma açılıyor, ihtiyacı olan mesleki malzemeler verilmiyormuş veya geç veriliyormuş. Bu yetmiyormuş gibi,  hemşirelerini, sekreterlerini sık sık değiştirip, geçiş zamanlarında, onu elemansız bırakıyorlarmış. Diğer çalışanlar, yönetimin korkusundan, onunla iletişim kurmaktan korkar olmuşlar. Anlattıkça anlatıyor, belgeler gösteriyor...

Doktoru dinlerken, bir taraftan da ses, mimik, beden dili dikkatimi çekiyor.  Onuruna düşkün bir insan olduğu her halinden belli. Psikolojik olarak güçlü görünmek için çok çaba harcadığını hissediyorum. Bazı yerlerde , hiç istemese de sesinin titremesini kontrol edemiyor ama kendini çabuk toparlıyor. Acı, öfke, çaresizlik ve ümidin birbirinden farklı renkleri, mimiklerinde sık sık yer değiştiriyor.

                Organize olunmuş bilinçli ve sürekli bir saldırının yükünü tek başına omuzlamış, altından kalkmaya çalışıyor. Yükü çok ağır, o da farkında ama pes etmeyi ve çekip başka yere gitmeyi düşünmüyor. Çünkü, kendine yakıştıramıyor. Zorbalara, 15 yıl emek verdiği kliniğini, sırf zorba öyle istiyor diye terk etmek istemiyor. Terk ederse alışık olmadığı bir yenilgiyi tadacağını ve ömür boyu kendisini affetmeyeceğini düşünüyor.

Ne kadar güçlü gözükmeye çalışsa da ıstırabı, biraz sararmış yüzünün bütün kaslarından belli oluyor. Sesindeki aceleciliği, üç koca dosyayı gösteriş biçimi “büyük bir haksızlığa uğruyorum ve acı çektiriliyorum çığlığı” gibi geliyor.

 Müthiş bir dikkatle doktoru izlemeye devam ediyorum. Konuya acayip ilgi duydum. Bu mobbing denen kavramı yeni duysak da, devlette dahil bütün kurumlar, bireyler inkar etse de, çok ciddi bir mesele olarak algılamaya başladım.

Anlattıklarından çok, sesine, mimiklerine, tavırlarına odaklanıyorum, elimde olmadan. Çünkü asıl gerçekleri onlar söylüyor. Anlatılamayacak kadar derin bir acının haykırışını görüyorum. İçimden ağlamak geliyor.

Koskoca bir dahiliye doçenti. Öyle sıradan bir doktor değil gördüğüm. Hani şu öğrenciyken öğrendikleriyle yetinen, kendini geliştirme ihtiyacı duymayan, mesleki sorumluluk hissetmeyen doktorlara benzemiyor.

Üzüldüm, çok üzüldüm. Onu seyrederken, o an akılımdan şöyle bir cümle geçiyor: İnsanlar, biyolojik olarak öldürüldüğünde katil olunuyorsa, bir insan ruhsal olarak, yavaş yavaş  öldürüldüğünde katil olunmaz mı?

 Zihnim bir sürü çağrışımla doluyor. Devrim Arabaları, filmini hatırlıyorum. Türkiye’nin niçin yıllardır beyin göçü verdiğini, niye üretemeyen ama çok iyi tüketen bir toplum olduğunu düşünüyorum. Yetkili cahillerin zalimleşmesinden tutun da, cahiller içinde bilgine acıyın gibi, alakalı alakasız bir sürü vecize geçiyor aklımdan.

Kendisini dikkatle dinlediğimi fark eden doktor, sık sık bana bakarak konuşuyor, zihnimden geçenleri bilmiyor. O sahneleri ne zaman düşünsem hala ağlamak geliyor içimden. Doktora değil, koca bir emeğin hebasına ağlamak istiyorum.

Düşüne biliyor musunuz, aileniz sevgiyle büyütüyor, ilk,orta,lise derken tıp fakültesini de başarıyla bitirip, yine başarılı bir akademisyenken, kişilik sıkıntılı, en kötüsü de kurumsal gücü arkasına almış(başka türlü bu insanla mücadele edemeyeceği belli) biriyle karşılaşıyorsunuz ve hayatınız birden bire altüst oluyor.

Şu an, Türkiye’de binlerce insan, sessiz çığlık atıyor. Duyuyor musunuz?

 

 

Bu yazı toplam 173 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi