ANKARA ÇEŞİTLEMESİ
Ankara benim için tanıdık bir şehir. Ama yine de tebdil-i mekânda ferahlık vardır, deyip gittim.
Çoğunluğu siyah takım elbiseli, kalın kravatlı bürokrat ve memurların şehri. Yollarda, restoranlarda konuşulan telefonlar “sayın başkanım”, “tabii müdürüm” sözleriyle başlıyor ya da bitiyor. Bu şehirde iyi ki öğrenciler var, onlarda olmasa hakikaten çok sıkıcı.
Uğrak yerlerimden bir tanesi Eskişehir Yolu. En az on yıldır buraları görmemiştim. Birçok bakanlık, Anayasa Mahkemesi, Sayıştay, Danıştay, Diyanet İşleri Başkanlığı gibi büyük kurumlar da buraya taşınmış.
Bir kuruma misafir olarak gittim. Üst düzey bürokratlar, memurlar girip girip çıkıyor. Her yerde olduğu gibi burada da siyaset konuşuluyor. Melih Gökçek’in görevden ayrılacağını burada duyuyorum. Birisi, Anayasa profesörüne dershanelerin kapatılmasıyla ilgili görüşmelerin yapılıp yapılmadığını soruyor. Profesör, Anayasa Mahkemesi başkanının seçimine kadar her şeyin askıya alındığını belirtiyor. Bir vali, raportörden duyduğuna göre, dershanelerin kapatılmamasıyla ilgili raporlar hazırlandığını söylüyor. Profesör itiraz ediyor, henüz raportörler raporlarını sunmadılar, böyle bir şey yok, diyor.
Oradan başka bir yere gidiyoruz. Bazı partilerin, seçim öncesi birleşip birleşmeyeceği ile ilgili tüyoları birinci ağızlardan dinliyorum. Bir ara bana da soru soruyorlar, ben de siyaseti dışarıdan izlemeyi sevdiğimi söylüyorum.
Bir görüşme daha var ama ben katılmayıp otele gidiyorum. O güne kadar kaldığım oteller modern tarzda inşa edilmiş ve döşenmişti. Bu otelin dış süslemeleri de dahil iç döşeme ve dizaynı Avrupa’nın barok tarzını hatırlatıyor. Altın yaldızlı, gösterişli heykeller, aynalar; tamamıyla ceviz ve oymalı mobilyalar… Otel 1985 yılında Turgut Özal tarafından açılmış.
Odamdaki broşürde, lobideki kütüphaneden faydalanabileceğim yazıyor. Ben de hemen lobiye iniyorum. Altı raflı kitaplıkta yaklaşık 20 kitap var. Kitaplardan birkaç tanesi Rusça, diğerleri İngilizce. Sadece bir kitap Türkçe yazılmış. Onu elime alıyorum. Bunda da bir hikmet vardır, deyip gülümsüyorum. Çünkü kitap, özellikle mahalli gazetelerde yeni göreve başlayan muhabir ve diğer gazete çalışanlarına yönelik yazılmış. Onlara mesleki ipuçları veriyor, gazeteciliğin nasıl yapılması gerektiğinden bahsediyor.
Kitaplık Türkçe eserlerle dolu olsa, ben yine de burada, bu kitabı okurdum herhalde. Dışarı çıkıp kitapçılardan aynı kitaptan arıyorum ancak bulamıyorum. Sonra otel sorumlusundan kitabı bana vermesini rica ediyorum, kırmıyor ve bana hediye ediyor. Ben de kitabı kendi gazeteme hediye edeceğim.
Ertesi gün uzun yıllardır ziyaret etmediğim Anıtkabir’e gidiyoruz. Anıtkabir’in başka bir havası var. Burada olmaktan mutluluk duyuyorum. Müzeyi geziyorum, hediyelik eşya alıyorum, bir heykel gibi duran harika askerlerin nöbet değişimini, birçok ziyaretçinin alkışları arasında izliyorum.
Anıtkabir’den ayrılınca Aksaray’ı yakından görmek için o yöne dönüyoruz. İlk izlenimim Hülya Avşar’ın sözlerini hatırlatıyor bana “Benim evim daha güzel” demişti herhalde.
Hülya Avşar içini de görmüştü. Dışından gördüğüm saray beni de etkilemedi. Anlatmayı beceremeyeceğim bir şeyler eksik sanki… Ama yine de izaha çalışayım:
Bir insan vardır, en pahalı, en kaliteli elbiseleri giydirirsiniz ancak yine de arzuladığınız estetiği, zarafeti, asaleti yakalayamazsınız. Tanımlayamadığınız bir şeyler eksik kalır. Onun gibi bir şey işte. Havasından mı suyundan mı, taşından toprağından mı, yoksa mimarların altın oranlarla, temayla alakalı eksiklikleri mi var, bilmiyorum ama bir şeyler eksik… Hülya Avşar’ın “benim evim daha güzel demesi, benim için o an anlam kazandı.
Sonra Ankara’dan ayrılıyoruz. Ankara-Gerede yolu hala karlı. Bu yolu oldum olası severim. Doğa gibisi yok.