Hayatı, gençliğinizi ve geçen günlerinizi yakalayacağınızı sanıyorsanız yanılıyorsunuz!
Çünkü hayatı yakalayamadığınız gibi geçen günlerinizi de geri getiremezsiniz. Hayatı yaşayacaksınız, kuracaksınız ve güzel yaşamak istiyorsanız hayata anlamlar kazandıracaksınız, insanları seveceksiniz.
Sanatla edebiyatla ilgileneceksiniz, toplumsal sorunlara katkı sunacaksınız.
İlla ki, hayatla yüzleşmek istiyorsanız yaşananların, okunanların, yazılanların ayrıntılarına bakacaksınız.
Çünkü hayat ayrıntılarda gizlidir.
Ben hayatın bu çelişkileriyle kırk yıldır uğraşıyorum.
Hala birşey bilmiyorum!
İşte hayatı yakaladım, isteklerimi yaptıracağım dedim elimi ona uzattım, ellerim boş döndü.
ÇÜNKÜ O KAÇIYOR!
Psikolojik tedavi gördüğüm günlerde doktoruma “depresyondayım, herşeyden sıkılıyorum, herşey beni bunaltıyor, çok kıskancım, herşey beni endileşendiriyor” dediğimde doktor ironik bir gülüşle “siz hayattasınız hayat her yanından seni kuşatmış, bu yaşattıkların normal şeyler, sözünü ettiğin bu sıkıntıların dışında güllük gülistanlık içinde yaşanan bir hayat yoktur”demişti.
Felsefe okumuş bir psikiyatristdi.
Felsefe okumayan doktorların hastalarına yeterince faydalı olacaklarına inanmam.
Psikiyatriden söz açılmışken şimdi aklıma geldi;
Freud “ruhsal bunalımlar en çok pazar günleri gelir” der.
Burasını da sizler düşünün bulacağınız neden çok önemlidir.
Genç havalarına giren orta yaşın üzerinde olanlara hayret ediyorum.
İnsan doğal olmalı, olduğun gibi görünmeli yada göründüğü gibi olmalı.
Kadıköy’den Karaköy7e giden vapurdayım ortayaşın epey üzerinde bir hanımefendi arkadaşına “seni falan diskoteğe davet ediyorum, canım dans etmek istiyor”
Başına kadifeden beremsi bir şapka örtmüş üstünde transparan siyah bir buluz, inciden küpeler kulağında.
Kültürsüz bir küçük burjuva.
Bu hanımların az ötesinde kırsal bir bölgeden geldiği belli olan altı çocuklu bir aile.
Çocuklar vapurun içinde hiç durmadan sağa sola koşturuyorlar.
Uzun zamandır oyun oynamamışlar gibi.
Yorgun yüzlü, zayıf, esmer sessiz, sefil kendini unutmuş bir kadın anneleri.
Babayı anlatmaya dilim varmıyor, yarım saat konuştum onunla.
Bu aile bana Ahmed Arif’in bir şiirini hatırlattı;
“Bir can daha çoğalacağız bu kış.
Bebeğim, neremde saklayım seni?
Hoş gelir,
Safa gelir,
Ahmed ARİF'in yeğeni...”
Ne tuhaf insanlardan hala çocuk yapmalarını istiyorlar.
Zaman susarak konuşma zamanı, vapurda o ailenin yanında oturan o çocuklarla hiç ilgilenmeyen ve görmemek için yüzünü gazeteyle kapatan ..................biri vardı.
DUYGUSUZ !
DUYARSIZ !
İnsanlaşamamış, hiç bir işe yaramayan fuzuli yaşayan biri.
Allah kahretsin bu ülkede milyonlarca böyle insan var.
Böyle insanlarla yaşamaktansa yalnız yaşamak çok daha mutluluk verir bana.
Çocuklardan en küçüklerinin ismi Fırat.
Fırat bana çocukluğumu ve gençliğimi hatırlattı.
Hergün bir ağanın işini gördüğüm o günlere götürdü.
Birgün Besim Ağa’nın ertesi gün X ağanın tarlasını tapanını ...
Annem çok çocuk doğurmuştu en büyükleri benim altımız hayattayız.
İki kız kardeşim kızamıktan öldü.
Kızamık da verem gibi yoksulluk hastalığıdır.
O iki kız kardeşimin ölümleriyle hayattaki en büyük tranvalarımı yaşadım.
Yoksulluk hayatımı alt üst etti.
Ağzım laf yapıyor 1.90 boyum var, yakışıklıyım, sevgililerim var.
Ama yoksul olduğum için babaları vermiyor.
Aynı toplumsal aşağılama bugün de sürüyor.
Şimdi evlendim gözümün nuru gönlümün sultanı iki prensesim bir de prensimin anası aşkıma karşılık veriyor ama evlenmemek için inat ediyor.
Sevgili şair Ahmed Arif ile bu konuda birbirimize çok benziyoruz.
Herkesden gizlediği, ismini söylemeye kıyamadığı aşkı Yazar Leyla Erbil’e ;
Nicesin gene? beyninde mi? yüreğinde mi, başka bir yerinde mi, neredeyse o “inat” yönünü yaratan dokuları öpmek isterim.” diyor.
Ah kahrolası para, asalet, asilzadelik ukalalığı.
Yaşasın dağları eriten FERHAT !
Çölleri aşkıyla sulayıp yeşerten
LEYLA- MECNUN...!