Türkiye, üzgün yurdum, güzel yurdum
Boynu bükük ay çiçeği
Şiirin ve aşkın geleceği
Dağ rüzgârı, portakal balı
Alçak gönüllü, hünerli, sevdalı
Harlı bir ateş gibi derinde yanan
Haramilerin elinde bulunan
Güngörmüş, bilge toprağım
Yunus, Pir Sultan ve Nazım
Bozlat, ağıt, halay ve zeybek
Dumanı üstünde ekmek
Türkiye, üzgün yurdum, güzel yurdum
Yüzü kırış kırış anam
Ağlayan narım, gülen ayvam
Asmaların üstünde gün ışığı
En güzel geleceğin yakışığı
Zinciri altında kımıldayan
Bitecek sanıldığı yerde tekrar başlayan
Ataol Behramoğlu,
Türkiye Üzgün Yurdum, Güzel Yurdum
Bayram tatilinde Maşukiye Kartepe’de bulunan Cam Terası görmek için iyi bir fırsat olduğunu düşünmüştüm. Sosyal medyada cazip fotoğraflarını görmüş, yaşadığım yerde bu milli park niteliği taşıyan özel bölgeye gitmek istemiştim. Sabah oldukça erken sayılabilecek bir saatte Kartepe’ye ulaştım. Yol tahmin ettiğimizden kalabalıktı. Hatta o saatte neden bu kadar kalabalık olduğuna şaşırmıştım. Açık olan camlardan, hizmet veren bazı tesislerden Arapça şarkılar doğanın yoluna fütursuzca yayılıyordu. Pencereyi öfkeyle kapatmak zorunda kaldım. Tabelalarda Arapça bilgiler de cabası… Yol boyu kurulan hediyelik eşya satan satış noktaları bizi yansıtmayan, kültürümüze ait olmayan, Arap turistlerin ilgisini çekecek cinsten eşyalarla doluydu. Bu manzaraya alıştırılmıştık son on beş yılda… İnsan kalabalıklığına kulak kabarttığımda anlamadığım bir dilde konuşuyorlardı. Gürültülü patırtılı, abartılı davranan, giyim kuşamları bizden olmayan bir güruh. İnsanları tabii severim ama hadlerini bilenleri…
Ah canım güzel yurdum, biz bizeyken ne de mutluydun. Ben kendi topraklarımın mozaiğini seviyorum. Birlikte yaşamaya alışık olduğum, karşılıklı kültürümüze saygı gösterdiğimiz, birbirimizi ve konuştuğumuz dili anlayabildiğimiz, aynı şeylere güldüğümüz.
Bizler misafir kültürünü en iyi bilen bir milletiz. Gelen misafirin kim olduğu, hangi inanca sahip olduğu önemli değildi. Gelen kişi “Tanrı misafiri” olarak kabul edilir, misafir asla geri çevrilmez, saygıda ve hizmette kusur edilmezdi. Tarih boyunca vakıflar, kervansaraylar, imarethaneler, köy odaları, misafirhaneler ve konukevleri yapıp tanrı misafirlerimizi ağırladık. Her evin misafir odası olurdu. Misafirlerimizi en rahat yataklarda yatırdık, en güzel yemeklerimizi ikram ettik. Onlara ilk sorumuz “aç mısın?” olurdu.
Kültürümüzü hızla kaybediyoruz. Dönüştürülüyoruz, değiştiriliyoruz. Bu toprakları mesken tutmuş, bize yabancı bu insanlar geliş şekillerini, terk ettikleri ülkelerini ve ailelerini şuursuz bir biçimde unutmuş gözüküyorlar. Nefes aldıkları bu topraklara ve ev sahiplerine saygı duymuyorlar. Yıllardır bu topraklarda varlıklarını gösteren topluluklar ne kültürümüze ayak uydurmak ne de resmi dilimizi öğrenmek zahmetine girdiler. Hatta neredeyse nezaketen biz onlara ayak uydurduk. Sağlanan ayrıcalıklardan da bahsetmeyeceğim…
Uzun süreli gittiğimiz yurtdışı görevlerinde ya da kısa süreli ziyaretlerimizde, bulunduğumuz her coğrafyaya kendi kültürümüzü dayattığımızı hiç hatırlamıyorum. Kültürümüzden vazgeçmek ya da kendimizi kaybetmekle ilgili değil bu tanımlamam. Tam tersine onların düzenlerini bozmayacak ve rahatsızlık vermeyecek bir sakinlikte uyum çabamız olurdu. Onların diliyle iletişim kurmaya gayret eder, dillerini o kadar iyi konuşamadığımız için özür dileyerek başlardık cümlemize. Misafir olduğumuzu unutmazdık. Zaten uygulanan katı kurallarla unutmanız da mümkün değil. Kendi kültürümüze ait alışkanlıklarımızı ise onları sıkmadan renk olarak sunardık. Her zaman haddimizi bildik. Misafirlerimiz olması gerekenden biraz daha rahat ve gevşek davranırsa huzursuz olmaz mıyız? Olması gereken bu değil mi?
Neyse aylardır yazılıp çiziliyor, bir arpa boyu yol alamadık bu konuda. Gittikçe zıvanadan çıktı durum. Şöyle düşünün: Ailenizle birlikte yaşadığınız, çocuklarınızın özgürce oyun oynadığı, rahatça oturup kalktığınız, mahrem evinizde hiç tanımadığınız, dilini bile bilmediğiniz insanlar gelip kapıya dayansa, önce nezaketle kabul etmek zorunda kalsanız, evinizi istila eder gibi rahat ve tuhaf bir özgüvenle kullanmaya başlasalar ne hissedersiniz? ‘Misafirliğin makbul olanı kısa olanıdır’ diye bir özlü sözümüz vardır. Ne de doğru.
Her türlü kem gözden, nazardan, kötü enerjiden, davetsiz misafirden yuvamızı koruyan, nazara karşı evimizi baştan aşağı sirkeli sularla silen, çörek otu-adaçayı-defneyaprağı tütsüleri ile evimizin havasını temizleyen, nazar dualarını evimizden eksiltmeyen BİZ, memleket konusunda neden ve nasıl bu kadar rahat olabiliyoruz ben hala bunu anlamış değilim?
Bu topraklar bizim yuvamız değil mi?