SÖZ UÇAR, YAZI KALIR

 

Çoğu zaman yazdıklarımdan rahatsız oluyorum. Ne yazarsam yazayım eksik kalıyor, tatsız oluyor. Yazma yeteneğimin olduğunu hiçbir zaman düşünmedim zaten, biraz da bu işe bodoslama daldım, diyebilirim.

Küçükken annemle babamın çocukluk, gençlik hikâyelerini merak ederdim. Sık sık sorduğum da olmuştur. Bir şey anlatmazlardı veya anlatamazlardı. Büyük bir iştahla sorduğum sorulara, en fazla iki, üç cümlelik cevaplar verirlerdi. Seksen yıllık yaşamları, birkaç saniyelik cümlelerle özetlenirdi.

İçimden biraz kızgınlık duyardım. Niye anlatacakları hiçbir şey yoktu ki…? Yaşamları bu kadar basit olabilir miydi? Bir insan olarak, özlemleri, mutlulukları, hayalleri, kırıklıkları, acıları, kavgaları, aşkları, kavuştukları, kavuşamadıkları olmamış mıydı?

Olmuştu elbette ama neden anlatamıyorlardı, yoksa anlatmak mı istemiyorlardı? Hissettikleri her duyguyu, yaşadıkları her olayı söylemek istemeyeceklerini anlıyorum fakat nakledebilecekleri bir sürü öyküleri de olmalıydı.

Bir keresinde annem “kızım şu dağların ardında hiç insan yok sanırdık, öyle küçüktü bizim dünyamız ama çok tatlıydı” demişti. Neydi o tatlı olan, ben onu arıyordum.

Ne çok isterdim; annem, babam, dedelerim, ninelerim yaşadıkları hayatları yazabilselerdi. Birkaç cümleyle karaladıkları notlar bıraksalardı. Yaşanan hayatlar böylesine değersiz olmasa, uçup gitmeseydi… Ömür dediğin “Bir varmış bir yokmuş” garipliğindeydi ama hiç değilse yaşandıkları birkaç olay, birkaç duygu kırıntısı kalemin ucundaki sözcüklerle sonsuza dek yol alabilseydi.

Özellikle babamın vefatından sonra, babama ait özel bir not bulabilmek umuduyla evimizdeki bütün dosyaları, defterleri, kitapları didik didik etmiştim. Herhalde, bulabileceğim özel notlarla babamı tekrar canlandırmak, tekrar yaşatmak istiyordum.

Belki de, yazdıklarımı beğenmesem de, yazmaya inatla devam etmemin gerçek sebebi burada gizli.

Hayatta, hiç geçmeyecek sandığın acılar, hiç bitmeyecek zannettiğin mutluluklar bir gün bitiyor. Hızla geçip giden zaman, acı ve tatlı hatıraları kendiyle birlikte alıp götürüyor. Önce renkleri soluyor, hatıraların, sonra etkileri azalıyor.

Bazen kabuk bağlamayan yaraları oluyor insanların. Onlar da nihayetinde bedenle birlikte toprağın altına gömülü veriyor. En fazla bir nesil hatırlanıyor.

Yaşandığına tanık bir tek yazılar kalıyor geriye… Geçmişi bu güne, bir tek yazılar taşıyor. İyi ya da kötü, bir tek yazılarla donuyor zaman.

Geçmişin meraklıları, bir tek yazılarda yakalıyor zamanı. Değişen ve değişmeyen anlayışlar, yaşam biçimleri, insanlık öyküleri, sadece yazılarda takip edilebiliyor.

Bu nedenle, yazı yoksa yaşam da yok, yazı yoksa zaman da yok, yazı yoksa tarih de yok. Yalnızca sözler değil, her şey uçup gidiyor yazılardan başka.

Galiba benim yazma nedenim geleceğe dair bir sorumluluk duygusu. Az ya da çok, iyi veya kötü meraklı ve tecessüs sahibi bir torunun arayışlarına şimdiden cevap verebilmek…

Keşke, benim atalarımda birkaç satırlık yazı bırakabilselerdi. Geçmişim koca bir kara delik gibi duruyor arkamda…