RÖPORTAJ/ LEVENT ALTINÖZ
Hiç Yayınlarından Lanetli Ev isimli kitabı çıkan Serda Kayman’la röportaj yapmak için bir korulukta bankta buluşacaktık. Biraz tedirgindim doğrusu. Gece okuduğum kitabının tedirginliğiydi bu. Ağaçların arasından ilerlerken bir anda arkamdan bir şeyin geçtiğini hissettim. Döndüğümde bir şey göremedim. Hayal gücüm bana yine oyun oynamıştı. Ayaklarım ilerledikçe otların arasından korkum artıyordu. Banka oturdum ve yazarı beklemeye başladım. Tedirginliğime kızıp öğlen uykusu ne güzel gider şimdi diye düşünürken bir el omzuma vurdu ve ben geldim dedi. Korkudan donup kalmıştım. Karşıda Serda ve yanında köpeği vardı.
Elbette olay böyle olmadı. Düzgünce buluşup Serda Kayman’a sorularımı sordum.
Levent Altunöz -Romana ve yazmaya başlama Serüvenin Nasıl Oldu?
Serda Kayman - Bu benim için bir yaradır gerçekten. Ben edebiyat derslerini çok seviyordum. Edebiyat kısmını tabi, o kelime çevirmeleri ve anlamadığımız şiirleri değil. Hocamız çok meraklıydı kompozisyon ödevleri vermeye. Çok severdim ben de kompozisyon yazmayı. Bir seferinde ilk kez kısa bir hikaye yazmamızı istedi. Düşündüm ben de ne yazacağım diye. O zamanlar Mısır’la ilgili Ramses’le, hierogliflerle ilgili şeylere meraklıydım. Arkeolog olmak istiyordum.
Indiana Jones filmleri de popülerdi o zamanlar sanırım.
S.K – Tabi tabi Indiana Jones vardı. Oturdum ne yazabilirim diye. Bütün alfabedeki harfleri tek tek yazdım, hepsinin yanına bir sembol çizdim. Kafamda kahramanın yapacağı ve yaşadıkları şeyleri o sembollerle anlatıyordum. Hazırladım bir şeyler işte, tam olarak hatırlamıyorum da doğaüstü şeyler de oluyordu. Götürdüm, büyük bir hevesle verdim hocaya. Hoca dedi ki, birinci olan öyküyü okuyacağım. Büyük bir şey zaten. Ben eminim; bir şey katmışsın ya, hayal gücü var. Farklı olduğumu biliyorum diğerlerinden, diğerleri normal şeyler yazacak diye bekliyordum. Biraz şımarık oluyor tabi insan o dönemlerde. Neyse, hoca değerlendirmesini yaptı verdi kağıtları bize. Hiç unutmuyorum, gözümün önünden gitmiyor o, kocaman bir 75 yazıyor üzerinde. Neden?
L.A – Yüz üzerinden mi?
S.K – Yüz üzerinden Yetmiş beş.
L.A – İyi notmuş aslında.
S.K – Lütfen! Hiç doksanın altında not almazdım, o kadar seviyordum yani gerçekten. Yetmiş beşin yanında bir de not vardı: Ayakları daha yere basan hikayeler yaz diye. O bana çok acı vermişti açıkçası. İşin kötüsü birinci olan hikaye de açlıktan martıları avlayıp yiyen bir ailenin dramı şeklindeydi. Onu okurken hatta arkadaşla biraz dalga geçmişlerdi, martının eti yenmez diye. Öyle işte o zaman küstüm bir daha yazmayacağım dedim bir daha böyle bir şey, ne isterlerse onu vereceğim dedim.
L.A – Sonra bir Belçika yolculuğu muydu?
S.K – İngiltere. Arkadaşım bir dil kursu için gitmişti. 2010 yılında idi. Yakın zamanda. O zamana kadar yazmadım düşün. O zamana kadar Stephen King, Yüzüklerin Efendisi gibi fantastik veya korku türünde kitapları okuyorum. İngiltereye gittim arkadaşı ziyarete. Bir günlüğüne İskoçya’ya geçtik. Geç gittik Edinburg’a. Gece otele yerleştik. Sabah gayda sesiyle uyandık. Yem yeşil, böyle bambaşka binalar, masal dünyası gibi. Zaten tekrar gideceğim oraya. Şehrin merkezini üniversite öğrencileri dolaştırıyor. Bütün eski şehri dolaştırdı. En son bir kafeye götürdü bizi, dışarıya bir baktım oradan Harry Potter’daki Hogwards karşımda duruyor. Şok ama, herkes aynı şoku yaşıyor. Rehber anlatmaya başladı o zaman. J.K Rowling cebindeki son parayla bu kafede oturup, kahvesini içerken Harry Potter’ı yarattı. Düşününce o kadın, bu kadar olumsuzluk içinde hayallerinin peşinden gitmiş, yılmamış. Ondan sonra anladım ki neden yapmayım ben de. Yavaş yavaş değer görmeye başlıyor aslında. Sen bile dedin ya niye korku…
L.A – Ben bilim kurgu okurum ama fantastik ve korkuya özellikle korkuya çok uzağım. Senin kitabını okudum ama korktum, tırsa tırsa okudum.
S.K – Benim yazdığım tarzda korku da fazla yok, daha çok kan, vahşet şeklinde, parçalamalar filan, ben onları istemiyorum.
L.A - Sen dozunu çok iyi ayarlıyorsun bence. Korktuğum sahnelerde düşündüm, biraz daha devam etse korkudan kitabı kapatırım diye ama sen onu devam ettirmiyorsun, dozunda bırakıyorsun. Yavaştan yükselerek, iniş çıkışlarla.
S.K – Biraz da korku filmi izlemeyi sevmemle ilgili sanırım. Hatta izlediğim filmi defalarca izlerim bazen bir şey yakalayabilir miyim diye. Ama korku filmi dediklerim Asya korku sineması tarzında, bir yerlerden sürekli bir şeyler çıkmaz üç tane sahne vardır filmde ama o üç sahnede de ödün kopar. Farklı bir şey yaratmak istedim. Çok farklı olmadı belki ama ne bileyim, benim hayal gücümden, gerçek bir mekan zaten; köy.
L.A – Köyde geçmesi ve Anadolu teması güzel. Mesela Hasan Ali Toptaş’ın gölgesizler romanı da benzer şekilde köyde geçer. Gerçekçi bir mekan ve insan kurgusu var ama köylülere varoluşu tartıştırıyor. Felsefi bir eksende geçiyor.
S.K- Ahmet Hocaya okutmuştum o şaşırmıştı. Sen bunları biliyor musun, sobayı, kazanı bu tip şeyleri nereden biliyorsun dedi aslında biz tam o sınırdaki nesiliz, ben 33 yaşındayım, kazanla da yıkandım, soba da yaktım. Şimdikiler bilmiyorlar.
L.A – Ben de aynı şekilde. Sorularımdan biri de bu olacaktı, Anadolu ve köy hayatıyla ilgili bilgiler nereden geliyor? Şeklindeydi. Luku yemeği mesela nereden geliyor bu bilgiler?
S.K – Ona herkes demiyor ama biz diyoruz. Gürcü-Batum göçmenleriyiz biz. Orada Levent’in dedesinin hikayesi aslında benim annemin babasının hikayesi ve o köye yerleşmişler kendi göç ettikleri yere benziyor diye. 93 harbinden sonra gelmişler. O köy arazisi tarif ettiğim şekilde deposuna, su yoluna kadar herşeyiyle gerçek. Orası zaten etkileyici bir şey. Gerçekten ikindiden sonra üşürsün birdenbire erken çöker gece. Mevsimleri benzemez. Mısır, fındık yetiştirirsin. Karadenize benzer. Çocukluktan beri de öyle bir yerde gezinince zaten…
L.A- Peki gerçek olan yerlerle ilgili kurgular yapıyorsun ya hani cin falan. Bu seni tedirgin ediyor mu? Kendin bu tür şeylere inanıyor musun, ya da korkuyor musun yoksa sadece kurgu yapıyorsun, insanlar korksun şeklinde. Senin korkuların var mı?
S.K – Ben aslında çocukluğumdan beri çok aşırı korkan bir insanım. Başucumda cevşeni tutup gece birden boynuna asanlardan. Hayal gücüm fazla mesai yapıyor, kendi kendimi korkutuyorum. Mesela diyorsun ya hiç korkunç olmayan bir kitap okuyayım ya da film izleyeyim diye. Gece yatıyorum, benim beynim onu bir güzel allıyor, pulluyor, sonra ürkmüş bir şekilde kalkıyorum. İnanıyorum evet çocukluktan beri bir sürü hikaye anlatılıyor çünkü. Bir de hiçbir zaman öyle şehir ortamında büyüyen bir çocuk olmadım, öyle söyleyeyim. Sapanca’ya giderdik köhne bir evde, öyle bir mahallede, ağaçların arasında. Seka’ya giderdik, yine ağaçların arasında. Hep öyle bir ortam vardı. Karanlıkta, ne var oralarda, ne dolaşıyor diye bir şey var hep.
L.A – Türkiye’de korku türüne ilgi ne düzeyde var. Bir de yerel motiflerin kullanımının buna etkisi nedir?
S.K – Korku daha çok filmlerle geldiği için ister istemez bizim de şeytan çıkarma ainleri yaptığımızı düşünüyor gençlerimiz. Son zamanlarda değişiyor ama bu Hasan Karaca’da var, Dabbe serisini izledim ama bir şey dikkatimi çekiyor, giderek daha iğrenç, daha kanlı, kafataslarının havada uçuştuğu… Öyle şeylere gerek yok bence. Onları ben de izleyemiyorum. Dediğin gibi daha felsefi, düşünmeye sevk eden acaba dedirten şeyler. Bir şey göstermeden de korkutabilirsin. Gençler daha çok ilgi gösteriyor, bir de bizim gibi gençken ilgi gösterip şimdi biraz daha büyümüş olanlar.
L.A- Ailen senin romanını nasıl karşıladı.
S.K – Babam çok karışmamıştı açıkçası. O göremedi maalesef basıldığını ama olsun, çok istemiyordu ama bahsetmemi. Sen ne yapıyorsan yap ama beni karıştırma derdi çünkü ürküyordu gerçekten babam. Annem biraz daha editör gözüyle okuduğu için çok karışmadı ama o köye bolca giden dayılarım, yengelerim filan beni sopayla kovalayacak yakında. Anneannem en son niyetlendi okumaya ama okuma dediler ona, evi öyle hatırlama diye. Eski evde yaşamışlar zamanında anneannemler, şimdi o ev yok depremde yıkılmış ama arazi o arazi olunca…
L.A- Gerçek mekan olması daha tedirgin edici olur tabi.
S.K.- Sıfırdan mekan yaratmak yerine gerçek mekan olması daha iyi değil mi? Şurada otururken de başımıza bir sürü şey gelebilir. Çok bildiğim bir konu değil, araştırma da yapmadım cinler konusunda. Kitapta da böyle, yaşlılar birşeyler biliyorlar ama her şeyi aktarmıyorlar. Çok bulaşma, kuşkulansan da üstüne gitme, çok düşünme. Bunlar bilinen şeylerdir. Uzak dur! Onu vermeye çalışıyorum kitapta. Ben altı yaşındayken babaannem vefat etti. Bizimle yaşıyordu köyde. O vefat ettiğinde onun divanını bana verdiler. Gece yatıyorum gözümü açıyorum. Küçücüksün bir de neler neler görüyorsun, neler neler düşünüyorsun? Bu yaşa kadar bir şey olmadıysa korkacak bir şey yok diyorsun ama mesela aniden bir şey olduğunda ister istemez tekrar çocukluğuna dönüyorsun.
L.A – Korku dışında başka türlerde de yazacak mısın?
S-K – Komedi olabilir.İçinde yine de içinde korku öğeleri olacaktır. Çılgın fikirler var kafamda ama. Genel yayın yönetmenimin değerlendirdiği bir dosya var. Yayınlamaya karar verilirse olacak.
L.A- Hazır yani?
S.K- Evet .
L.A – Bir memur nasıl zaman buluyorsun yazmaya?
S.K – Bunu 2013 yılında yazmıştım. Memur olarak zaman bulamıyorsun, bir de ayrıca tez de yapıyorum şimdi. Eve gidince de yorgun oluyorsun. Ancak haftasonları yazabilirsin. Bir de zamanla kafanda oluşuyor yavaş yavaş. Görüntü olarak kendi filmimi kendim kafamda oluşturuyorum. Daha sonra oturduğumda üç hafta gibi bir sürenin bana yeteceğini düşünüyorum. Bu kitapta da öyle olmuştu. İzin alacağım işallah, oturacağım ve yazacağım. Sonrakini de yayınlayacağım diyorum bakalım. Ulaşılamaz olacağım o üç hafta boyunca kesinlikle.
L.A – Peki roman harici başka şeyler var mı yazdığın? Öykü şiir türü gibi…
S. K – Edebiyatı severken lisedeyken şiir yazardım ama zorlama oldu. Hikayeler de bitmemiş gibi geliyor bana. Devam ettirebilirim, uzar gibi geliyor bana.
L.A – Okuyuculardan gelen geri bildirimler nasıl?
S.K- Hiç tanımadığım insanlar facebooktan mesaj atıyor. Kitabınız çok güzel, devamı gelecek mi burada okutmadığım kimse kalmadı filan diyorlar. O zaman inanılmaz oluyor. Ben mesela yakın arkadaşlarımın eleştirilerini de dinliyorum. Genel olarak, çok sürükleyici, film gibi diyenler oluyor.
L.A – Bunu da soracaktım. Filme dönüştürülme projesi var mı?
S.K – Var aslında. İşallah da olur ama çok hızlı olmuyormaalesef bu süreçler. Ben de çok hızlı olsun istiyorum ama zaman alıyor. Benim yayıncım aynı zamanda med yapım. Yönetmenlerle, senaristlerle bağlantılılar. Birkaç kişiyle görüşüyorlar olabilir mi diye ama işin maddi boyutu da var. Ben çok ilgilenmiyorum o kısımlarıyla.
L.A – Hiç yayıncılıktan çıktı kitabın. Yayıneviyle ilişkilerin nasıl?
O açıdan şanslıyım. Düzgün insanlara denk geldim. Yardımcı olmaya çalışıyorlar sağolsunlar. İş olarak da korku yayıncılığına gönül vermiş insanlar. Bütün korku yazarlarını kendi bünyesinde toplayıp korku türü denince akla gelen ilk isim olmak istiyorlar.
L.A- Genç yazar adaylarına önerilerin var mı?
Herşeyden önce eleştiriye açık olamlılar. Bunu unutmasınlar. Biraz daha profesyonel insanlara kendilerini emanet etmeleri gerekecek. O yüzden çok inanılmaz bir duygusal bağ kurmamak gerekiyor her kelimeyle, onu baştan söyleyeyim. Yazmaya çalışmak için yazmamak gerekiyor bence o kendiliğinden geliyor. Meditasyon gibi biraz. Onlara ilham veren ne varsa neresi varsa oralarda dolaşıp, bir şeyleri kafalarında oturtsunlar. Direk yazmak da olmuyor diye düşünüyorum. Neyi seviyorlarsa onu yazsınlar, ne satar, ne isterler diye düşünmemek lazım.