12 Eylül 1980 askeri darbesiyle, Türk-İş dışındaki bütün işçi sendikaları, demokratik kitle örgütleri ve siyasi partiler kapatıldı. İşçi önderleri, sendika başkanları ve yöneticileri tutuklandı, yıllarca hapis yattılar. O dönemde TİSK başkanı olan Halit NARİN yaptığı açıklamayla dönemi çok berrak bir şekilde özetlemişti: “ Yıllardır işçilerin yüzleri gülüyor, şimdi sıra bizde” gibisinden…
Darbe sonrası Türkiye’de sermaye guruplarının uyguladıkları ekonomik programla (24 Ocak kararları) uluslar arası sermayeye eklemlendi. Darbe öncesi böyle bir ekonomik programı, işçilerin örgütlülüğünden dolayı, uygulamaları imkansızdı. Uluslar arası sermayenin, savaş örgütleri olan, İMF, Dünya bankası, Dünya Ticaret Örgütü, Türkiye’de ki bu ekonomik programın nasıl uygulanacağını, o dönemdeki iktidar adına yürüten Özal’la yeni dönemi oluşturdular.
Uluslar arası sermaye ve işbirlikçileri, ortakları, yaşamın her noktasını kapitalist biçimde dönüştürdüler. Uluslar arası sermayenin güvenli ve istediği yerlerde yatırımlarını yapabilmesi için; hukuksal düzenlemeler de yapıldı. Neoliberal politikalar doğrultusunda uluslar arası sözleşmelere imza atarak (MAİ, MİGA, Tahkim) Türkiye’yi büyük sermaye gruplarının çiftliği haline getirdiler.
Devlete ve sermayeye yakın olan o dönemdeki sendikalar da bu oluşan duruma karşı mücadele geliştiremediler. İşçiler açısından 80 sonrası ilk büyük kitlesel ve demokratik olan, itiraz ve kopuş, eylemlilik hali 1989 bahar eylemlilikleridir, tabandan, komitelerle, demokratik ve militan bir şekilde geliştiler. Bu ateşlemenin çok önemli etkisi oldu. Fakat sınıfın içinde örgütlülük düzeyinde ve biçiminde bir alt-üst oluş yaratamadı.
AKP önemindeki 14 yılda, bütün kamusal alan tasfiye edilmeye başlandı. Neredeyse özelleştirilecek kurum kalmadı elimizde. Sağlık, eğitim, sosyal güvenlik hepsi piyasanın bir parçası haline getirildi. Madenler, ormanlar ve doğa talan edildi.
Şimdi de kiralık işçilik, kıdem tazminatının tasfiyesi, kamuda devlet memurlarının güvencesi olan 657’nin kaldırılmasıyla, çalışanların tamamıyla köleleştirildiği, patronların ise azgın bir sömürgen durumunu aldığı bir durum ortadadır, daha beteri ortaya çıkacaktır. Toplumsal yaşamdaki çalışma ilişkisi, kiralık işçilik olacak, bunu resmi olarak özel istihdam büroları adıyla düzenleyecekler. Peş peşe çıkarılan bu yasaların, hiç birinin işçilerin haklarını ve çıkarlarını savunan bir yanı yoktur. Aksine, artan işsizlik, yoksulluk, ücretlere gerileme, her yerde her şeye yapılan zamlar ve istihdamda daralma, kadınların eve dönmelerinin, çocuk doğurmalarının ve sadece anne olmalarının istendiği bir yaşam var…
Bu duruma karşı, işçi örgütleri, konfederasyonlar anlamında bir ortak mücadele programı oluşturamadılar. Bunun nedeni TÜRK-İŞ, HAK-İŞ gibi işçi sendikaları kamuda ise, Eğitim-Bir gibi sendikaların, yönetim kurullarının birer AKP’li gibi her şeye evet demelerinden dolayı, işçilerin birliği bölünmüş oluyor. Gebze’de ise, Gebze Sendikalar Birliği üzerinden , mütevazı ,mücadele çabası, denemesi var. Burada da yapılan eylemler, faaliyetler tam olarak ortaya çıkmış değil. Fakat Renault, Tofaş, İFF, SCA Yıldız işçi mücadelelerinin gösterdiği durum, kendiliğinden, tabandan öfkeli demokratik bir işçi mücadelesinin yükseleceğini gösteriyor. Bu işçi mücadelesinin dinamiğinin ve tarzının farklı olacağı kesin, klasik anlamda sendikaları ve toplumsal mücadeleyi başka bir noktaya taşıyacağı, sendikalardaki oluşan kastları dağıtacağı gözüküyor.
Büyüyen, kitleselleşen, radikalleşen haklar yasalardan önce gelir ve biz kendi yasamızı kendimiz yaparız diyen işçiler, aslında anayasanın da nasıl yapılacağını gösterecekler. Türkiye’ye yeniden bir işçi dalgalanmasıyla özgürlük getirecekler. HEY ÖZGÜRLÜK…