Bir olağanüstü haftayı daha geride bıraktık. TÜİK, geniş tanımlı işsizliğin yüzde 30’a vurduğunu kabul etti.
Milyonlarca emekçinin Pandemi döneminde evine üç beş kuruş niyetine sokabildiği kısa çalışma ödeneği bitirildi.
Merkez Bankası 200 baz puan faiz arttırınca; ekonominin iyice durmasından korkan Erdoğan, bir MB başkanını daha harcadı.
HDP milletvekili Gergerlioğlu’nun milletvekilliği düşürüldü; mecliste abdest alırken üstelik üzerini giymesine bile müsaade edilmeden gözaltına alındı. 6 milyon yurttaşın oyunu alan HDP’ye kapatılma davası açıldı.
Ortalık hazır toz duman iken, Erdoğan’ın Saadet Partisi ve bir avuç tarikat şebekesine vaadi olan İstanbul Sözleşmesi’nin feshi de tamamlanmış oldu. Tek bir adamın, tek bir imzası ile Aile içi Şiddetin Önlenmesi sözleşmesi feshedildi. Aynı gün 3 kadın cinayeti daha yaşandı.
Merkez Bankası başkanının görevden alınmasının akabinde hızlı bir dolar şoku yaşadık. Bu, neredeyse tüm tüketim kalemleri ithalata bağlı olan emekçilerin hayat pahalılığı karşısında iyice ezilmesi anlamına geliyor. Üstelik tüm bunların yanında pademi üçüncü zirvesine doğru yol alıyor; ortada aşı yok.
Siyasi kriz, iktisadi kriz, pandemi arasında iyice sıkışan ülkede iktidar çareyi baskının dozunu arttırmakta buluyor. Baskıyı HDP üzerinde yoğunlaştırıyor ki hem muhalefet bloku bu iç çelişkilerle zayıflasın hem de küçük ortak MHP’nin gönlü olsun. İstanbul Sözleşmesi’ni bir gecede feshediyor ki Saadet Partisi tabanı ve tarikatlar iktidara desteğini arttırsın. Son anketlere göre oyları iyiden iyiye eriyen iktidarın her oy kırıntısına çok ihtiyacı var. Bakın, ülkede bugün işsizlik konuşulmayacak, enflasyon konuşulmayacak, hayat pahalılığı konuşulmayacak.
Erdoğan’ın sürekli savaş halinde diri tutmaya çalıştığı siyasi atmosfer onun için çok karlı. Hem bu ortam ona, çok sevdiği otoriterliğin dozunu arttırma fırsatını veriyor. Olağanüstü sorunlara karşı olağanüstü baskı, olağanlaşmış bir otoriterlik sonucunu doğuruyor. Eee ülkede rejim boşuna mı değişti? Biraz ekmeğini yemesinler mi?
Tablo karanlık gibi görünüyor.
Aşırı iyimserliğin yere basmama gibi bir sorunu var. Karamsarlığın ise aslında var olan fırsatları görememe ve mücadele potansiyelini felç etme etkisi var. Bu dengeye dikkat ederek; hem gerçekçi hem de iyimser bir bakış atmaya çalışalım:
Ekonomi, bu tablo içindeki en karanlık nokta olarak kalmaya devam ediyor. Kapitalizmin Türkiye versiyonunda, krizi tersine çevirebilecek ya da krizin etkilerini yumuşatabilecek bir üretim kapasitesi yaratma şansı yıllar önce geride kaldı. Bu saatten sonra yapılabilecek şeyler; para politikası yoluyla enflasyon ve dövize müdahale etmek; piyasanın canlanmasını zorlamak için pandemiyi zirveye taşımak pahasına kısıtlamalardan uzak durmak. Esnafın dayanacak gücü, emekçilerin yiyecek ekmeği kalmadı. Döviz şokları halkı fakirleştiriyor. Erdoğan’ın her kıpırdanışı hepimizi daha da batırıyor.
İstanbul Sözleşmesinin feshinin bulanık ortamda gerçekleşmiş olması tam bir gece yarısı darbesi. İstanbul sözleşmesini ,AKP tabanı dahil, toplumun geniş bir kesimi sahipleniyorken bu saldırı tam bir kadın düşmanlığı ifadesi. AKP-MHP aşırı sağ iktidarı altında kadınların yaşamının elbette bir önemi yok! Nasıl olsun ki? İster tecavüz olsun, ister şiddet, ister istismar; yeter ki ailemiz ayakta dursun! Kim bunun kurbanı? Kadınlar, çocuklar. Muhafazakarlık, daha en baştan kadınlara düşman. Bu zehirli kadın düşmanlığının yanına bir de ağır yoksullaşma eklenince hayat kadınlara on kat daha cehennem oluyor. Ancak enseyi karatmanın bir alemi yok. İstanbul Sözleşmesi zaten uygulanmıyordu. Kadınlar kitlesel mücadele verdikleri için pek çok cinayet gündemde kaldı. Şule Çet davası bu konuda en büyük semboldür. Çantasında koruma kararı ile adliye çıkışında öldürülen kadınlar mı ararsınız, polise yüzlerce kez şikayette bulunmasına rağmen korunmadığı için katledilen kadınlar mı... AKP, bu kan gölüne yeni kurbanlar vermeye yemin etmiş. Uygulanmıyor olsa bile, Sözleşme’den çekilmek faillere cesaret vermek anlamına geliyor. Bu mesaj maalesef hemen kendisini gösterecektir.
Biz emekçiler, kadınlar… Kendi göbeğimizi kendimiz kesmek zorundayız.
Koşullar ağırlaşırken gelecekten umut kesmeye değil, mücadelenin imkanlarını konuşmaya ihtiyacımız var.
Tarihte hiçbir güç mutlak güç olmamıştır. Tüm bu olağanüstü süreçlerden, ancak olağanüstü mücadele dinamikleri çıkarsa bir gelecek var olabilir.
Hem rahatımız kaçmasın hem aydınlık ferah günlere çıkalım diye bir şey yok.