Kent kalabalığının ortasında bir köşede oturup etrafımdaki insanların surat ifadelerini izlemeyi severim. Değirmendere Sahili bunun için şahane bir ortamdır. Bir tarafta deniz, diğer bir tarafta yeşil, çay bahçeleri ve restoranlarda zaman geçiren insanlarla dolu bir sahil kenti. Deniz kenarında bir banka oturup saatlerce insanların profilini okuma oyunu için ideal bir adres kısacası. Yeni bir kente gitsem dahi insanların yüzlerini incelemek hoşuma gidiyor. İnsanlar nelere gülüyor ya da tepki gösteriyorlar hep merak etmişimdir. Son yıllarda aynı konuda dertlendiğimi fark ediyorum. Genci, yaşlısı kimsenin yüzünde tebessüm yok, hatta hayatla hiçbir deneyimi olmayan minicik çocukların dahi gerilimli bir ifadeleri var…
Haksız da değiliz. En başta başımıza musallat olan ekonomik dar boğaz, önümüzü görememe hali, iklim değişikliğinin üzerimizdeki olumsuz etkileri, doğal afetlerin çoğalması, kontrole alınamayan salgın hastalıklar, iletişim bozuklukları ve insanların yalnızlaşması ilk aklıma gelen nedenlerden bazıları. Bireysel mutluluğumuz için çaba halindeyiz ama depresif bir ruh durumu hâkim toplumda. Doğal olarak öfke patlamaları, şiddet eğilimleri, toleranssızlık hızla arttı.
Mutluluğumuzu takas mı ediyoruz acaba?
Toplumun önemli bir kesimi her geçen gün fakirleşiyor, gelir-gider dengemiz yok denecek kadar bozuk. Fakat diğer bir taraftan teknolojinin hayatımızda ki yeri, insanlığın kimyasını bozacak kadar sahteleştirerek yalnızlaştırıyor bizleri. Pandemi dönemini bu duyguyu en yoğun yaşadığımız ve hayatımızı olumsuz yönde şekillendirdiği bir süreç olarak görüyorum.
Bütün bunların yanında dünyayı kararları ile yönlendiren yöneticilerin gerçekleşmeyen vaatleri insanlığı daha da strese sürüklüyor. Savaşa, ekonomik krizlere, huzursuzluğa yol açan yanlış kararlar geleceğe dair heyecanımızı yok ediyor. Politikacılar hayatımızın iniş çıkışlarından koruma sözü verirken; sosyal medya bizi ekrana bağlı tutmayı vaat ediyor; ama bunların hiçbiri yaşama derin ve kalıcı bir tatmin getiren, amaç ve sevgiyi sağlayamıyor.
Bu yüzyılda ekonomistler, istatistikçiler ve sayısız uzmanlar insanlığa dair her türlü rakamsal verileri alabiliyorlar: işsizlik, eğitim, ölüm oranları ve her ülkenin ekonomisinin büyüklüğü. Sahra Çölü'ndeki ağaçların sayısını bile saydıklarını biliyorum. Ancak en önemli şeylerden biri hakkında istatistik bulmak çok zor: insanların nasıl hissettiği… Bu da, dünyayı etkileyen liderlerin önemli bir eğilimini gözden kaçırmasına neden oluyor: engellenemeyen mutsuzluğun küresel yükselişi…
Dünyanın harika bir yer olduğunu düşünüyorum ama neden bu kadar mutsuz edildiğimizi anlayamıyorum. Hayatımızda ki her şeye duyduğumuz kaygı hissi, özgürlüğümüz için ödediğimiz bedele döndü. Bizim mutsuzluğumuzun temel sebebi, bireysel ve maddi zenginliklere tapmamızın, aile, gelenek, inanç ve toplumun yıpranmasına boyun eğmemizin karşılığıdır. Bazen buna “kontrol edilemeyen modernite” de diyoruz. Diğer bir taraftan geleneklere körü körüne özlem duyanlar, atalarımızın onlardan kurtulmak için ne kadar mücadele ettiğini unutmuşlardır.
Bu, kapitalizmin, hükümetin veya teknolojinin bir suçlaması değildir. Bu sadece topluma değil, birey olarak her birimiz için gerçek bir ikilem oluşturuyor. 1972'den bu yana dünya üzerinde yapılan bir araştırmaya göre, sosyal eğilimleri ölçen Dünya Üzerinde Genel Sosyal Değişimler, yaşam kalitesinde uzun vadeli ve kademeli bir düşüş gösteriyor. 1985'den günümüze kadar da mutsuzluk oranları hızla yükselişte. Aynı raporda, modern yaşamın güçlerinin mutluluğumuzu mahvetmesini önlememize yardımcı olacak üç ilke saptanmış. Aslında bildiklerimiz ama tekrar hatırlamakta fayda var;
1. İhtiyacınız olmayan şeyleri satın almayın,
2. Politikacılara güvenmeyin,
3. Sevgiyi hiçbir şeye değişmeyin.
Dünya, bizi nesneleri sevmeye ve insanları kullanmaya teşvik ediyor. Modern hayata karşı bir üslupla bu yazının kolayca okunabileceğinin farkındayım. Niyetim bu değil. Bunun yerine, hepimizi maddi refahın hem faydaları hem de maliyetleri olduğunu hatırlamaya davet ediyorum. Refahın meyvelerine olan açlığımızın bizi gerçek mutluluğunun kaynaklarına karşı kör etmesine izin verdiğimizde, bunun bedeli ağırdır.
En büyük paradokslardan biri, zaman içerisinde refah düzeyi yükselirken, mutluluğun düştüğüdür. Bu paradoksun birkaç olası açıklaması olabilir: İnsanların tüm bu şaşırtıcı ilerlemeler hakkında bilgi sahibi olmaması, yıllar boyunca meydana gelen ilerlemeyi çok iyi algılayamamamız ya da “yaşam kalitesinin” göstergelerini yanlış ölçmemiz olabilir.
Aşırı tüketimin mutluluğa yol açmadığı fikrinde yeni bir buluş yok - bu kavram hemen hemen her felsefi geleneğin temel dayanağıdır. Muhtemelen, Karl Marx'ın en büyük teorisi, “piyasaya dayalı makinenin dişlileri olduğumuz, materyalist bir toplumun parçası olmaktan kaynaklanan yabancılaşma duygusu kaçınılmazdır.” günümüzde de haklılığını koruyor.
Aşırı tüketim ve ruhsuz hükümetler, yanlış anlaşılmış modernlik, yabancılaşmamızın geleneksel açıklamasıdır. Buna günümüzde yepyeni bir tane daha ekleyebiliriz: teknoloji. Teknoloji devrimi bize kalbimizin arzularını vaat ediyor: bir tıklamayla bilmek istediğiniz her şey; popüler olma gücü; almak istediğiniz her şey, evden çıkmanıza gerek kalmadan günler içinde kapınıza teslim edilen kolaylıklar…
Ama sonuçta mutluluğumuz artmadı, tam tersine hızla tüketti. Artan medya ve teknoloji kullanımının, özellikle gençler arasında, zararlı psikolojik ve fizyolojik sonuçları öngördüğünü gösteriyor. Bu, özellikle sosyal medya kullanımı söz konusu olduğunda geçerlidir.
18. yüzyılın ortalarından 20. yüzyılın başlarına kadar kaleme alınmış pek çok roman, aristokrat, burjuva veya kırsal rejimlerin boğucu normlarını aşmak için bireylerin mücadelelerini el aldı. Charlotte Brontë, George Eliot, Gustave Flaubert ve Leo Tolstoy ilk aklıma gelen isimler. Bugün, bu karakterlerin ancak hayal edebilecekleri bir kişisel özgürlük dünyasının, insanların istedikleri gibi evlenebilecekleri, çalışabilecekleri ve yaşayabilecekleri bir dünyanın tadını çıkarıyoruz belki. İnsanlar daha eğitimli ve otoriteye karşı durarak daha şüpheci hale geldikçe, ahlaki açıdan kayıtsız bir evrende kendilerini bağımsız hissedebilirler. Bu mutluluklarını artırmak için yeterli oldu mu?
Bernard Shaw'un "Bir inananın şüphe duyan bir kişiden daha mutlu olduğu gerçeği, sarhoş bir adamın ayık olandan daha mutlu olduğu gerçeğinden daha farklı değildir." görüşü endişelerimizi bir nebze azaltan bir yaklaşım olabilir. Belki de aydınlanma sürecini tamamlamamış insanoğlunun “kendi kendine yeten olgunlaşmamışlığın ortaya çıkması” bizi mutsuzluğa sürükleyen bir süreçtir, kimbilir…
NOT:
Bugün Avrupa'nın en az ve en çok yaşanabilir şehirleri belli oldu:
The Economist tarafından yapılan araştırma, 38 Avrupa şehri arasında yaşam koşulları en iyi ve en kötü olanları sıraladı. Avrupa’da Viyana 99.1 puanla en yaşanabilir kent olurken, İstanbul 57.7 puanla listede son sırada yer aldı.