Erdoğan, bir gece yarısı kararnamesi ile İstanbul Sözleşmesi’nden imza çekti. Kararı, Merkez Bankası başkanını görevden aldığı gece verdi: ülke bir gecede hem yüzde 10’luk bir fakirleşme hem de kadın haklarına yönelik kapsamlı bir saldırı yaşadı. Sözleşmeden çekilme, geçtiğimiz aylarda da gündeme gelmişti. Erdoğan, kendi tabanında bile meşruiyeti olmayan bu kararı ortalık bulanıkken almak zorunda kaldı. Bu durumda kararın zamanlaması ve niteliğine dair önemli tartışma noktaları açığa çıktı.
İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararının zamanlaması, Erdoğan’ın iktidarının ihtiyaçlarıyla yakından ilişkili. Oylar düşüyor, oylar düştükçe ekonomik krizin derinleşmesi siyasi desteği arttıracak yeni kanallar ve gündemleri yaratma ihtiyacı doğuruyor. İstanbul Sözleşmesi, tarikatların ve Saadet Partisi’nin hedefindeydi, hem de uzun zamandır. Bu kesimleri “memnun etmek” ve özellikle de Milli Görüş geleneğinin “gönlünü kazanmak” kritik. Ne var ki bu küçük kesimlere oynamak zorunda kalan Erdoğan, aşırı sağ fikirlerin ve kadın düşmanlığının en uçlaşmış versiyonlarının özgüven kazanmasına da alan açan hamleler yapıyor. Erdoğan’ın iktidarının günübirlik çıkarları uğruna bu kesimler boylarından büyük etki kazanıyor, özgüven topluyor; ülke iyice sağa çekiyor. Erdoğan’ın zorba muhafazakâr toplum inşasına bir de bunlar ekleniyor.
İstanbul Sözleşmesi, iktidar için aslında sembolikti. Hiçbir zaman uygulanmadı. İmzanın geri çekilmesi de siyasi sembollerle yüklü bir hamle oldu. Bu hamle ne bizi “eyvah, öldük, bittik” noktasına getirmeli ne de “ne var canım zaten uygulanmıyordu” rahatlığına sevk etmeli.
İstanbul Sözleşmesi uygulanmıyordu demiştik, ancak unutmayalım: hakları kazanmak zordur. Sözleşme, uzun yılların mücadelelerinin kazanımları olarak ülkenin gündeminde yer buldu. Evet, uygulanmıyordu. Kadınlar, koruma kararları dahi uygulanmadığı için öldürüldü. Yüzlerce kez hakkında şikâyette bulundukları şahıslar tarafından öldürüldü. Ancak, şunu akıldan çıkarmayalım: kadına yönelik şiddetin önlenmesinin merkezinde “şiddetin önlenmesi” olamaz. Şiddetin önlenmesi, şiddeti ortaya çıkaran toplumsal koşulları ortadan kaldırarak olur. Bu nedenle kadın kurtuluş mücadelesini verirken, eşitlik isterken kendimizi bu ufkun ötesine taşımak zorundayız.
Şiddet, bir sonuç. Neyin sonucu? Toplumsal düzenin. Bu toplumsal düzende kadınlara biçilen rolün bir sonucu. Kadınların eve kapatılmasının; çocuk/hasta/yaşlı bakımının, temizliğin, yemeğin; kadının asli vazifesi gibi gören sistemin ve onun ideolojik gericiliğinin sonucu. Kadınlar kendi hayatlarına dair kararlar alamıyor, bağımsız bir yaşam kuramıyor çünkü kadınların en kalın zinciri yoksulluktan örülmüştür. Bu cinsiyetçi fikirler ayakta kalabiliyor çünkü patronuyla iktidarıyla bütün bir düzen için çok karlı!
Yoksulluk sarmalı şiddeti derinleştirdikçe derinleştiriyor. AKP iktidarının muhafazakâr zihniyeti zaten “aile”yi kutsal olarak dayatıp kadını içine hapsediyor. AKP iktidarı için temel politika kadınların korunması ya da şiddet karşısında tedbir alınması konusunda tamamen üç maymunu oynamak oldu. İstanbul Sözleşmesi’nin rafta tozlanmasının hikayesi aslıda bu. Şule Çet gibi çok sembolik bir davada fail yargılandıysa bu, büyük bir toplumsal itiraz sayesinde gerçekleşti. Öte yandan, sözleşmeden geri çekilmek; var olan yasal düzenlemeyi de kaybetmek ciddi bir saldırı. Bu saldırının karşısında elbette hala yapacak çok şey var. Kadınlar mücadele etmeye devam edecek. Ancak, kadınların mücadelesinde öfkeyi ve enerjiyi toplumsal değişimlere dönüştürecek bir örgütlü güce ve bir siyasi programa ihtiyaç var.
Sözleşmeden geri çekilme hamlesi, kadın düşmanlarına ciddi bir cezasızlık cesareti veriyor. İktidarın en tepesiden verilen cezasızlık mesajı hızlı biçimde kendisini gösterdi, göstermeye de devam edecek. Kadına yönelik şiddetin toplumsal yoksullaşma ile bağını kurmazsak bu sarmaldan çıkmak zor. Sözleşmeyi, sözleşmenin ifade ettiği aktif koruma tedbirlerini, yoksul/emekçi kadının güçlendirilmesi ile birlikte talep etmek zorundayız. Kadının sırtına yüklenen işleri toplumsallaştırılması taleplerini yükseltmek zorundayız. Sözleşmenin sınırlarının ötesine geçip patronların çıkarları için hiç edilen kreş hakkını talep etmek; insanca yaşanacak koşullar için toplumda büyük mücadeleler vermek; sığınma evlerinin kadınların saklandıkları/tecrit edildikleri değil yeni ve bağımsız bir hayat kurdukları yerler olarak dönüştürülmesini talep etmeliyiz; boşanan kadınlara istihdam önceliği sağlanması için çabalamalıyız. Sözleşmeden daha fazlasını kazanabilecek toplumsal meşruiyete ve dinamik güçlere sahibiz. Bu dinamizm bugün, hemen ve şimdi eşitlik için adım atmayı sağlayacak ve toplumu bu yönde geliştirici ciddi bir enerjiye sahip. Hatta, AKP’yi iyice sıkıştıracak güce sahip. AKP’nin en büyük kurbanı olan yoksul, muhafazakâr kadınların yaşamına dokunacak bir mücadele kurmayı hedeflemek, bunu dert etmek zorundayız.
Şunu unutmayalım, düzen ayakta kaldıkça cinsiyetçilik bitmeyecek. Kadınların devrimci bir mücadeleye; düzeni yok etmeye ihtiyacı var. Kurtuluş istiyoruz; yani gerçekten eşit ve özgür bir yaşam istiyoruz. Bunun önündeki en büyük engel de kapitalizm. Bu mücadelede kadınlar en önde olmalı ki eşitlik mücadelemiz, toplumsal eşitlik mücadelesinin hem dinamik bir gücü olsun hem de mücadelemiz başarıya ulaşsın.
Mücadele yaşatır!