Darbe girişimlerine karşı ayaklanmak, toplumsal meşruiyeti olan bir durumdur. Tıpkı, 15 Temmuz sonrası ülkemizde yaşandığı gibi.
Ama, ilk kez sistemin egemenliğini elinde tutan ittifakın içeriden çatırdamasıyla yaşanan bu darbe girişimi, düzen karşıtlarını bastırmak için yapılanlardan farklı olduğu için kafaların karışmasına ve saflarda kimlerin yan yana durması gerektiği konusunda bazı kararsızlıklara yol açıyor.
O nedenle, darbe karşıtı direnişin meşruluğunu imse tartışmıyor. Bu yüzden, çok geniş bir siyasal yelpazede, herkes direnişin önemine ve meşruluğuna vurgu yapıyor. AKP’nin organizasyonu olan ve gece tutulan ‘demokrasi nöbetleri’ de, bu yüzden ilk günlerde yoğun katılımlı geçti.
Ama, işin rengi meşruluk üzerinden başlayan direniş sonrası değişen kriz havasını kısa yoldan fırsata çevirmeye çalışan AKP zihniyetinin de, aslında bir sivil darbe ya da dikta özlemi içinde olduğunu gösteriyor.
İşte, tam da bu yüzden, CHP'nin darbe girişimine karşı düzenlediği İstanbul Taksim Meydanı’nda düzenlediği Barış ve Demokrasi Mitingi önem kazandı.
Direnmenin meşruluğu biraz daha yaygınlaşacak, bir siyasi partinin şov meselesi olmaktan çıkartılacak, ülkenin emekçilerinin de sesinin çıkacağı bir zemine dönüşme fırsatı yaratacaktı.
Kısmen öyle olduğu da söylenmelidir…
Tek başına şu sözler bile önemlidir:
"Gün halkın sesini dinleme günüdür. Bizim için hepimizin tarih yazdığı bir gündür bugün. Ne yapacağız ? Hedefimiz ne ? Bütün bunlara yanıt vermek için bir Taksim Manifestosu hazırladık…………………."
Hazırlanan 10 maddelik bu manifesto, çok önemsenmese bile değerlendirilmelidir.
İlk maddesi kınama içerikli. ‘’15 Temmuz darbe girişimi, parlamenter demokrasimize karşı yapılmıştır. TBMM bombalanmış ama bombalar altında parlamento darbeyi püskürtmüştür. Bu girişimin sorumlularını kınıyor ve lanetliyoruz’’ deniliyor.
İkinci maddesi, bütün siyasal partilerin darbe girişimine karşı çıktığı vurgusuyla, bu durumun, demokrasi konusunda Türkiye'de tartışmasız bir ortak payda oluşturduğuna işaret ediliyor.
Üçüncü madde, her türlü darbeye karşı çıkmanın, tüm demokratların ve demokrasiden yana olanların ülkeye karşı namus borcu olduğu, bu nedenle hep birlikte ve her zaman ‘ne darbe, ne dikta, yaşasın tam demokrasi’ denmesi gerektiğine işaret ediliyor.
Dördüncü maddedeki ‘Darbe girişimi, halkın direnme hakkını kullanmasıyla ayrı bir anlam kazanmıştır’ ifadesi halkın gücüne işaret ediyor.
Beşinci madde, darbeye karşı çıkanların tamamının ortak paydası olmadığını bildiğimiz bir konu aslında. ‘Demokrasimizin teminatı olan demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti ilkesinin ne kadar yaşamsal olduğu bir kez daha kanıtlanmıştır’ demek, sokakları dolduranların laikliğin selası okunurken alkış tutanlar olduğunu görmemek anlamına da geliyor. O yüzden, ‘’Laikliği yeniden kazanacağız’ diyerek AKP politikalarıyla yeni mücadele başlıkları belirleyen ilerici ve devrimci güçlere haksızlık anlamına geliyor.
Altıncı madde, halkın denetim gücüne işaret ediyor ama güçler ayrılığı ilkesinin nasıl da erozyona uğratıldığını, yaşananların önemli bir bölümünün nedeninin ise bu erozyon olduğunu görmezden geliyor.
.
Yedinci maddedeki ‘iade-i itibar’ meselesi, en az darbe girişiminde bulunanlar kadar suçlu olan militarist yapılanmanın geleneksel kadrolarına yeniden alan açması gibi okunmalıdır. Bu tehlikelidir ve karanlıklarla dolu bir dönemin hesabının sorulamaması anlamına gelir ki, AKP sonrası dönemde de herkesin elini kolunu bağlar.
Sekizinci maddedeki ifadeler doğrudur. AKP ile yaşanan süreçte ordu ve bürokrasi içerisinde gerçekleştirilen tasfiyelerin nelere malolduğunu bu darbe girişimi sırasında göstermesi açısından önemlidir. Bilgi, birikim ve deneyim gibi ilkelerin esas alınması gereklidir ama devleti ele geçirme anlayışı sınıflar kavgası bitmeden tarihe gömülemez.
Dokuzuncu maddede yer alan ‘’İnancı, kimliği, yaşam tarzı ne olursa olsun, bu ülkenin güzel insanları, bu ülkenin meydanlarında özgürce gezebilmelidir’’ ifadesi, AKP politikalarına ters düşer. ‘’Bu ülkenin insanları özgürlükçü demokrasiye layıktır. Türkiye darbe hukukundan arınmalıdır’’ temennisi de sözle ulaşılabilecek bir nokta değildir. Bunun için kesintisiz mücadele şarttır.
Onuncu madde ise başarısız darbe girişiminde bulunanların makus talihini değiştirmeye yönelik bir adımdır. Ülke toplumu buna izin vermez. Kaldı ki, söz konusu yaklaşım 15 yıla yakın zamandır yeni temel paradigmalar oluşturmaya çalışan AKP manifestosuna uygun düşer.
Dolayısıyla, işin özü, CHP’nin Taksim Manifestosu’nun Türkiye’deki kapitalizmin restorasyonu için yeterli olmadığı açıktır.
Yüzü biraz sola dönükmüş gibi gösterilmeye çalışan bu manifestonun karşısında, blok yüzde 50’lik bir kesim varken, daha fazla mücadeleyi işaret etmek yerine, yani meşru direniş hakkını sürekli kılarak toplumu yanına çekip dönüştürme fırsatını kullanmak yerine ricacı gibi davranmak ya da yayımlanan manifestoların dikkate alınarak 1923 paradigmalarının korunabileceğini düşünmek, siyaset doğru bir adım değildir.