Bir edebiyat öğretmeni arkadaşım sınıfa girer girmez öğrencilere demiş ki: “ Çocuğum kapatın kitaplarınızı, bundan böyle kitap, gazete, dergi ; okunacak ne varsa, elinizde görmeyeceğim. Allah korusun, kafa yorar da bir şey düşünürsünüz diye korkuyorum. Ne gerek var çocuğum, o güzel kafanızı yormaya, huzursuz olmaya”
Sıra üzerlerinde kitap da yoktu aslında, okumak isteyen öğrenciler de. O, sadece tersinleme yapıyor, çarpıcı bir yoldan mesaj veriyordu.
Okumak bizim gibi ülkelerde belalı bir iş hakikaten. Okumak mutlaka düşünceyi geliştirir. Önce kendini sonra dış dünyayı sorgulatır, insana. Birçok olaya eleştirel yaklaşır, doğru diye dayatılan şeylerin doğru olup olmadığından şüphe duymaya başlarsın. Bu yüzden, özellikle bulundukları yerleri saygınlıklarıyla değil de, hırslarıyla ve farklı usullerle elde edenler, çevrelerinde okuyan insanların varlığından hoşlanmazlar. Onlar, sadece kendilerine ‘kurban’ insanlara ihtiyaç duyarlar. Ve maalesef, Müslüman dünyasında kurbanlıklar da, bu kurbanlara ihtiyaç duyan insan tipleri de çok fazla.
Bir süre önce okuduğum Amin Maalof’un Tanios Kayası adlı kitabında, şöyle bir cümle vardı “Tanrılar bile, kuzuları kurban etmiştir, kurtları değil.” Bu cümle, oldukça etkileyiciydi bir cümleydi.
Fakat benim “kurban” kavramı konusunda daha etkileyici bulduğum, üzerimde tesiri derin olan bir resimden bahsetmek istiyorum. Benim yaşımda olanlar bu resmi hatırlayacaklardır. Hani, Hz.İbrahim, oğlu İsmail’i tam kurban edecekken bir meleğin elinde kurbanlık koyunla çıkageldiği resim.
Eskiden köy evlerinde duvarlara bu öyküyü tasvir eden halılar asılırdı. Zaman zaman gittiğim ama kimin olduğunu hatırlamadığım bir evde, bu halı beni çok etkilerdi. Dakikalarca, korkuyla karışık resmi seyrederdim. Hiç hoşlanmamıştım bu resimden, Hz. İbrahim’e de çok kızgınlık hissettiğimi hatırlıyorum. Bir de babamın beni sevip sevmediğinden şüphelenmeye başlamıştım.
Allah’tan böyle bir emir gelse babam beni ya da kardeşimi kurban eder miydi? Eğer Allah’ın emrini yerine getirip beni keserse, o zaman benim hiçbir değerim yoktu, yok eğer Allah’a karşı çıkar da beni sevdiği için kesmezse babam cehenneme gidecekti.
Yani, anlatılan öyküye neresinden bakarsam bakayım benim için felaketti.
Elinde kocaman bir bıçakla, taşa yatırdığı küçük oğlu İsmail’i kesmek üzere olan bir baba, bir çocuğun hayal dünyasında nasıl değer bulurdu? Bir çocuğa bunun dini boyutu nasıl anlatılabilirdi? Anlatsalar da anlamayacak kadar küçüktüm, ayrıca.
Belki bu yüzden, ben kurban bayramlarından hiç hoşlanamadım. Kesilen kurbanlıklara hiçbir zaman bakamadım, onları kurban öncesi de sonrası da hiç görmek istemedim. Bir görevdi, dini bir kültürdü, yerine getirilmesini mecburen kabullendim.