20. yüzyıl başlarında Anadolu’da okuma yazma oranı oldukça düşüktü.
Halkın %90’ı okur yazar değildi.
Okur yazar kadın oranı yok denecek kadar azdı.
İstanbul’da Osmanlı saray çevresinde devlet yönetimi görülmemiş bir saltanat sürerken Anadolu insanı ortaçağ karanlığına terk edilmişti.
Bu duruma sebep olanlar okur-yazarlığı arttırmak için her hangi bir çabası yoktu.
Osmanlı Devletinde üç kanallı bir eğitim düzeni vardı.
Bunlar medreselerde uygulanan dinsel eğitim.
Azınlık ve yabancı okullarında uygulanan etnik milliyetçi eğitim diğeri ise klasik tanzimat okullarında uygulanan batılı eğitim sistemi.
Uygulanan üç başlı eğitim sistemi sürekli birbiri ile çatışan bir toplum yaratıyordu.
Yıl 1905’e gelindiğinde Osmanlı topraklarında tespit edilen yabancı okul sayısı 600 civarındadır.
Ancak tespit edilemeyen evlerde ruhsatsız ve izinsiz okul sayısı oldukça fazlaydı.
Bu okullarda yabancılar ve gayrimüslim yurttaşlar eğitim görüyordu.
Bu tablo bana merhum eski devlet büyüğümüz Süleyman Demirel’in 1979 yılında söylemiş olduğu sözü hatırlattı.
1979 yılında Türkiye petrol krizi yaşıyordu.
İnsanlar iktidarı protesto ediyordu.
Bunun üzerine Süleyman Demirel “petrol vardı biz mi içtik” demişti.
Osmanlı İmparatorluğu kötü yönetilmekten iç sorunlardan dolayı çöktü.
Topraklarının büyük bir bölümü İngiliz, Fransız, İtalyan, Rusya ve Yunanistan tarafından işgal edildi.
Bu işgal Kurtuluş Savaşı sonucu işgalcilerin elinden kurtuldu.
Yeni kurulan genç Cumhuriyet’in ilk işi eğitime önem vermek oldu.
Mustafa Kemal’in çok yakın arkadaşı olan Kurmay Albay Saffet Arıkan 1935 yılında milli eğitim bakanlığına getirildi.
Saffet Arıkan bakanlık koltuğuna oturur oturmaz, bilgisine eğitimine güvendiği İsmail Hakkı Tonguç’u İlköğretim genel Müdürlüğüne getirdi.
Tonguç’un ilk işi eğitimden yoksun bırakılan nüfusun %80’inin yaşadığı köylere el atmak oldu.
35 bin okulsuz köyün okullaşması için kollar sıvandı.
Küçük köyler için eğitmenler yetiştirildi.
Bunlar askerde çavuş, onbaşı olmuş yetenekli gençlerden seçildi.
Büyük köylerde 5 yıl sürekli köy öğretmen okulları açıldı.
Bu okullara sadece köy çocukları alındı.
Buradan mezun olan gençler aynı zamanda köyün tarımı ve teknik konuları ile ilgili köye yarayışlı insanlar olarak yetiştirildi.
17 Nisan 1940’da Köy entitüleri yasası çıkartıldı.
Köy öğretmen okulu olarak açılan okulların bir kısmı köy enstitülerine dönüştü.
Kısa sürede genç Türkiye Cumhuriyet’i %5 okur yazar oranını %50’lerin üzerine çıkartmayı başardı.
Köy enstitüleri İsmail Hakkı Tonguç’a göre “değer elde etmek amacı güdülen etkinliklerdir”.
Üretim amaçlıdır, iş eğitiminin amacı çocuğu üretime katmak, özgür yurttaş olmasını sağlamaktı.
Aradan geçen zaman içerisinde eğitim sistemi bozuldu.
Herşeyi bilen ancak hiç bir işe yaramayan eğitim sistemi ortaya çıktı.
Köy enstitüleri dünya ile yarışır bir toplum ortaya çıkarttı.
Ne yazık ki, köy enstitülerinden rahatsız olan siyasal iktidarlar ve toprak ağaları bu okulların kapanması için tüm güçlerini kullandı.
Bugün ne yazık ki, eğitim sistemimiz kötü ve zor bir dönemden geçiyor.
Cumhuriyet’i kuranlara küfür edenler tarihe bir göz atsın.
96 yılda %5 okuma yazma oranından bugüne nasıl gelindiğini gözlemlesin.
Cumhuriyet’e ve onun kurucularına küfür edenler bugün eğer o koltuklarda oturuyorlarsa Cumhuriyet’in sağladığı fırsat eşitliği sayesindedir.