Bir koltuk düşünün… Sessiz, sade, zararsız bir mobilya sadece. Ama üzerine bir yönetici oturduğu anda, sanki tanrısal bir güçle kutsanır. Koltuğun kumaşı mı sihirli, yoksa oturanın içindeki arzular mı zapt edilemez, bilinmez. Ama bir gerçek vardır: O koltuğa bir oturan, bir daha kalkmak istemez. Kalkarsa sanki ruhu bedeninden çıkacakmış gibi bir boşluğa düşer.
Koltuk sadece bir eşya değildir. O artık bir uzuvdur. Koltuk, yöneticiyle bütünleşir. Onunla uyanır, onunla konuşur, hatta onunla yer. Ruhu bile yoktur yöneticinin; o artık bir “makam varlığıdır.” Kalbi hâlâ atıyordur ama yalnızca cümle sonlarında “takdirlerinize arz ederim” diyebilmek içindir.
Yönetici bir kez koltuğa oturduğunda, gözler başka bir şekilde görmeye başlar. Eskiden “toplum” dediği insanlar artık “dış paydaşlar”, “bürokratik yapı”, “gereksiz kalabalık” gibi etiketlere dönüşür. Kulaklar sadece “efendim haklısınız” tonuna ayarlıdır. Gerçekleri söyleyen sesler? Onlar ya yankılanmaz ya da yankılanır da “disipline sevk edilir.”
Ve ilginçtir… Koltukta oturanlar yıllar geçtikçe zamanın geçmediğini, görev süresinin aslında “sonsuz bir hizmet” olduğunu savunmaya başlar. Görevi bırakmak mı? O da neymiş? Bu bir “emanet”tir. Bırakılır mı hiç?
Hiç fark ettiniz mi? Bazı yöneticiler, koltuklarıyla beraber gömülmek isterler. Hatta mümkünse mezar taşlarında şu yazsın:
“Yönetici olarak doğmadı ama yönetici öldü.”
Onların arkasında kalanlar ise yeni yöneticinin makama girmesini beklerken hâlâ eski yöneticinin gölgesinde yaşarlar. Yeni gelen, koltuğa oturmak yerine önce eski yöneticinin ruhani varlığıyla uğraşır. Ne de olsa eski yönetici, giderken bile sistemi öyle bir kilitlemiştir ki, yeni biri geldiğinde sistem onu otomatik dışarı atar.
İnsanın koltuğa âşık olması, biraz Stockholm Sendromu gibidir. Koltuk ona hükmeder, ama o hâlâ koltuğu sevdiğini sanır. Makamın zehri, içine yavaş yavaş yayılır; önce düşünceyi felç eder, sonra vicdanı. Ama kişi hâlâ çok sağlıklı olduğunu düşünür.
Hatta bazen “İnsanlar beni bırakmaz ki” diyerek koltuğa zincirle bağlanır. Zincirin ucu halkta değil, kendi egosunda olmasına rağmen…
Yönetici gider, koltuk kalır. Yeni biri gelir, koltuk yine aynı… Ama ne yazık ki, o koltuğun altına yıllar içinde dökülen kırıntılarla beslenen küçük iktidar artıkları, etrafa yayılır. Bir süre sonra herkes o koltuğun cazibesine kapılır. Bir zamanlar “bu koltuklar gelip geçicidir” diyenler, koltuğu görünce “ben aslında halk için daha çok çalışmak istiyorum” naralarıyla geri döner.
Unutmayın o koltuklar asla boş kalmaz…
NOT: Bu yazıda anlatılan kişi ve kurumlar tamamen hayal ürünüdür. Ama gerçek hayatta sık sık karşılaşılabilir.