Kent Serisi81 : SANATLA DOLU BİR YAŞAM ( İzler, Renkler ve Kelimeler)

Dilek ALP

Röportaj : Zeynep Bektaş BAKKALBAŞI
Antropolog, Ödüllü Yazar, Ressam, Seramik Sanatçısı

"Yıllar geçmiş olsa da, eski dostluklar hep bir şekilde kaldığı yerden devam ediyor. Bu röportajda, hayatın farklı köşelerine savurduğu ama dostluk bağları asla kopmayan çok değerli sanatçı ve ödüllü bir yazar arkadaşımla bir araya geldik. Onu, paylaştığımız ortaokul sıralarından, kurduğumuz hayallerden ve sonu gelmeyen kahkahalarımızdan tanıdım o yıllarda; ama bugün, olağanüstü başarılı ve verimli yılların örgüsü ile karşınızda. Hayatınıza, kariyerinize, entelektüel birikimi ile ilham veren bu sohbet, geçmişe dönük bir yolculuk ve bugünün derin bir ömrü niteliğinde. Şimdi, yıllar geçse de tekrar bu masanın iki yanında oturup, kahvelerimizi yudumladığımız bu özel ana sizi de davet ediyorum."


1. Seramik, yazarlık, antropoloji eğitimi ve resim nasıl buluştu hayatınızda? Tüm bu ilgileriniz birbirini nasıl besliyor?

Seramik hep vardı. Kendimi hatırladığımdan beridir çamurla oynarım. Çocukken tatillerde buna çok uygun bir ortama da kavuşurdum. Yazları gittiğimiz büyükbabamın Kapadokya’daki evinin bahçesi ve hatta bütün kasaba ( Hacıbektaş) her türden kum ve toprak ile doluydu. Ben, sanırım kendimi kaybederdim. Özgürlük dalga dalga benliğimi kaplardı. Şimdiki çömlek formlarımın atasını da o zaman arkadaşlarımla oynarken biçimlendirdiğimiz mini tandır örneklerinin kubbeleri oluşturuyor - O kubbeleri ters çevirerek havayla buluşturuyorum-. Bu bir inşaattı ve benim için seramik hep bir inşa etmek edimi olarak da kaldı. Arada sırada heykelsi formlara yönelsem bile bunları oymuyorum, ya da elimle doğrudan biçimlendirmiyorum, onları inşaa ediyorum.

Yazarlık ile ilgili, yaşamımda yetenek açışından göz kırpan irili ufaklı olaylar oldu; lisedeyken bir kompozisyon yarışmasında okul birincisi olmuştum, sonra antropoloji sınavına girerken çok kıymetli hocam ve sonrasında tez danışmanım Profesör Dr. Bozkurt Güvenç, İngilizce yeterlik sınavından çıktığımızda demişti ki: ” Zeynep, Türkçeyi o kadar güzel kullanıyorsun ki, bu İngilizcenin yetersizliğini örtüyor” ve İngilizce hazırlıktan muaf tutulmuştum. Bozkurt hocamız hep derdi; iyi bir antropolog, iyi bir yazar olmalıdır diye. Bu sözü kulağımızda sürekli çınlardı. Sonra çok kısa bir süre gönüllü muhabirlik yaptım, Anka Haber Ajansı’nda, haberlerimiz bizim ismimizle değil, haber ajansının ismiyle dağıtıma çıkardı doğal olarak. Ama sonunda bir yazımı Anka’nın o vakitler yöneticiliğini yapan Sayın Müşerref Hekimoğlu, Cumhuriyet Bilim Teknik’te makale olarak ismimle yayınlatmaya karar verdi.

Annem de hep “sen yazmalısın!” derdi.
Aslında, temelde hayatım boyunca çok sadık, tutkulu bir okuyucu oldum.

Biraz önce antropolojiden bahsettim. Bunu bir insan bilimi olduğu için seçtim. Psikoloji ile hep iç içe büyüdüm, ama insanı daha ziyade yaşadığı toplum ve tarih bütünlüğünde ele almak istedim. Kültür Antropolojisi tam da böyle bir bilim. Onun küçük ölçekli ve derinlemesine çalışmalara uygunluğu ve temelde başka kültürlere gitmeyi zorunlu kılması, sahaya inmek gerekliliği, yani sadece masa başı olmaması beni ayrıca cezbetti. Antropolojik bakış açısı için, hayatımı tam anlamıyla değiştiren bir anlayışın temsilidir diyebilirim.

Bu üç uğraş, yani çömlek yaparak biçim vermek; yazmak ve çizmek, buna büyü yapmak da diyeceğim ve ait olmadığın küçük ölçekli bir toplumu bilimsel yöntemle derinlemesine anlama çabası, beni her seferinde, kendilerinden hareketle evrensel bir noktaya ulaşmak gayretine düşürüyorlar. Aslında hepsini bir arada bağdaştıran, sanırım daha felsefi bir arayış, yaşamı, evreni kavrama çabası. Ben bu çabayı, bu malzemelerle iyi yapıyorum diye düşünüyorum. Zira birer eser haline getirip paylaşabiliyorum. Bu gerçekten büyük mutluluk. Özellikle, yaratma sürecinin ne kadar sancı verici olduğunu bildiğimizde belki de büyük bir ödül ve teselli.

2. Masallarınıza ilham veren unsurlar neler oldu? Kültürel veya kişisel yaşamınızın etkisi oldu mu?

Kesinlikle! Bence edebiyat dünyasının en harika sözlerinden birisini Montaigne söylemiştir. O der ki: “ insana ait hiç bir şey bana yabancı değildir.” Evet, tam da böyle. Bir sanatçı için bilinmeyen şey yoktur, keşfedilmemiş olan vardır. Ve zaten sanatçının temel işlevi de yürünmemiş yolda yürümek oluyor. Ne yazdıysam hepsi kendi çevremden, hepsi dünyada dolaştığım bütün yerlerden ve benim kendimden olmayanların bile artık bana ait hale gelmesinin sonucunda oluşuyor. Eğer bir yazarsanız ve mesela bir kötülükten bahsediyorsanız, önce içinizde o kötülüğü yaşamalı, onun acısını çekmeli ve onunla helalleşmiş olmalısınız ki onu yansıtabilesiniz. Hayal gücünüz ve ortak bilinci deşme yeteneğiniz buna tamamıyla yeterlidir. Ama tabi malzemeler her elde bambaşka yoğruluyor. Mesela benim çok büyük kötüm Gökejder kılıktan kılığa girerek gelişiyor masallarda. En başta korkunç kızıyordum ona, tilki formundayken, sonra yavaş yavaş gönlüm kaymaya başladı ve onu son öldürdüğümde artık neredeyse kutsanacak bir hale gelmişti. Çünkü ben masal yazıyorum. Yani her şeyi dönüştürüyorum. Bu dönüşüm yaralarımı da sararak ilerliyor. Yani her şey benim kendi içimin derinliklerinden çıkıyor ki orada hiç de yalnız değilim. Bunu keşfetmiş olmak da rahatlatıcı. Ama beni özgün yapan, her şeyi yeniden oluşturma biçimim ve belleği yeni yeni duyarlıklara, belki de duygulara açılabilmem.

3. Size göre modern dünyada masalların yeri nedir?

Bence günümüz dünyası masala son derece aç. Artık ona bambaşka bir gözle bakılıyor: Masallar pek çok alanlarda kullanılmaya başlandılar. Bilmiyorum, belki de bu klasik masal kültürü için pek de iyi bir şey değil? Ama böyle bir ihtiyaç olduğu ortada. Şunu da hiç unutmamalıyız, çağımızda her şeyin bir kullanım değeri var. Yani hep ne kadar faydalı olur gözüyle bakılıyor. Oysa masala böyle bakmak onun ruhunu uçuruyor. Masaldan yalnızca keyif almalıyız. Masalı yalnızca dinlemeyi sevmeliyiz ve gerisini boş vermeliyiz bana kalırsa. Çünkü o iyileştirici gücünü biz “uyurken” ortaya koyar. Bunda kimsenin yapacak bir şeyi yok. Masallar yüzlerce yıllar boyunca süzülüp gelmiş insan ruhunun izdüşümleridir. Onlar nesillerin birbirleriyle bağ kurma şekillerinden birisidir. Aynı gezgin ozanların şiirleri gibi dinlenmeli ve onlardan estetik bir zevk alınmalıdır kanımca. En azından, ben masal dinlerken hala böyle yapıyorum. Ayrıca masalı “anlama çabası” da çok yorucu ve işin bütün keyfini alıyor. Şahsen Shakespeare’nin soneleri ve piyesleri için de aynısını söyleme cüretini göstereceğim. Bazı şeyleri sadece hissetmek bizler için paha biçilmez değerdedir.

4. Bir masal ortaya çıkarken nasıl bir süreçten geçiyorsunuz? Masal kitaplarınızda kullandığınız resimler kendi çizdiğiniz eşsiz eserler, özellikle canlı renkleri kullanmanızın bir nedeni var mı?

Masalı ortaya çıkarırken tam bir trans içerisinde oluyorum. Bunu anlatmak gerçekten zor. Ancak, bu dünyadan tamamen koptuğumu söylemeliyim. Elbette ki kontrollü izolasyon saatleri bunlar. Bu zamanlar geldiğinde çalışır kalmaya özel bir titizlik gösteriyorum.

Evet, resimleri de çiziyorum. Nerden aklıma geldi bilmiyorum. Ama yazdıklarımı çizmek birbirinden ayrılmaz şekilde kendiliklerinden biçimlendiler. Birbirlerini devam ettirdiler ve desteklediler. Kesinlikle siyah zemin üzerinde çalışıyorum, bilgisayarda. Ve evet bol renk kullanmayı seviyorum. Kendimi özgür bırakıyorum. Resim, çocukluğumun en baş uğraşlarından birisi, o yüzden, eski bir dostumla kavuşmak gibi bir şey resim yapmak. Prensip olarak hiç silmeden, geriye adım atmadan ilerliyorum çizerken.

5. Dünyanın birçok ülkesi ve kültürünü tanımış olmak, farklı coğrafyalarda yaşamak ve farklı dilleri öğrenmek sizi mesleki yönden nasıl etkiledi?

Bunun zenginleştirici yönü yadsınamaz. Ama tabi ki bütün bu seyahatler ve kalışlar sırasında, eşimin görevi nedeniyle bütün bu yer değiştirmelerimizde, iki tane çocuğumuz vardı. Hepimizin adaptasyonu önemliydi, yeni dilleri öğrenmek, uyum için çaba göstermek gerekiyordu. Çocuklarımız beş yaşlarına geldiklerinde çoktan dört ülke, üç kıta değiştirmişlerdi bile. Hayatımızda toplam otuz civarında taşınma gerçekleştirdik otuz beş yılda! O sıralarda bizler sadece uymaya çalışıyor ve elbette sürekli bir şeylere şaşırıyorduk. Çünkü hep yeni yeni insanlarla, ortamlarla, alışkanlıklarla karşılaşıyorduk. Bir de tatillerde de çok seyahat eden bir aileydik. Şimdi düşündükçe çok baş döndürücü geliyor! Ama bizim hep kurulu bir düzenimiz olurdu. Zira hep Türkiye’yi taşırdık yanımızda. Eşyalarımızı hiç bırakmadık ve bu hatırı sayılır bir güven duygusu verdi. İşte sanat da böyle bir şey… Düşünceler, duygular dolaşıyor, karşılaşıyor ve kendilerini ifade edecekleri güvenli bir zemin bulduklarında kıymetli bir gül gibi açılıyorlar. Biz bu zemini, kendi eşyalarımızla olmak sayesinde ve Türkiye’deki sevdiklerimiz sayesinde hiç kaybetmedik. Belki de sanatımda bunu, bu yaşantıyı örnek aldım ve korkusuzca ilerledim.

6. Seramik ile anlatmak istediğiniz hikâyeler var mı?

Seramikte ben kendimi, ideal formunu arayan bir çömlekçi olarak tanımlıyorum. Çömlek yapmak, dünyanın en karmaşık işlerinden birisidir ve bunu hiç fark ettirmez. Elinize çok basit bir form aldığınızı düşünürdünüz. Evet, onun eşsiz bir sadeliği vardır, yine de buna ulaşmak için düşünceleriniz olmadık kıvrımlar yapmışlardır. Duygularınız denizin keyfine terkedilmiş bir yelkenli gemi gibi fırtınalarda ve dingin havalarda dolaşır, yol alır. Elleriniz, kollarınızla bu forma her noktadan dokunur, her açıdan onu inceler, her dönemecini ayrı düşünürdüsüz. Sürekli hesap yaparsınız bir taraftan. Sürekli ölçüp biçersiniz, tartarsınız. Çamurun kıvamını hep ayakta tutmalısınız ve kapasitenizi her yönüyle ortaya koymalısınız. Ama bunu zaten yaparsınız, çünkü biçimlendirmekte olduğunuz çanak sizi çoktan büyülemiş ve kendisine bağlamıştır! Onun o bitmeyen döngüsüne, girdabına hapsolmuşsunuzdur. Seramik bütün hikâyeleri dönüştürür. Sizin anlatmak istediğinizi kendisine mal eder. Yoğurur, dönüştürür ve düşüncenizi heykeliniz haline getirir. İçerisine ruhumu yerleştirmediğim hiç bir çanağı inşaa edemem.

7. Antropoloji eğitiminiz sanatınıza nasıl yansıyor?

Antropolojide kendimi başka kültürden insanların yerine koyuyorum, seramikte ise şekillendirilecek çamurun yerine geçiyorum.

8. Kültürel mirasın korunması konusunda sanatın nasıl bir rol oynayabileceğini düşünüyorsunuz?

Kültürel mirasların, geleneksel devam ettiriciliğini her zaman yüksek zanaatlar gerçekleştirmiştir kanımca. Sanatın işi ise yıkmak ve yeniden yapmak olagelmiştir. Sanat, devamlılığın ruhsuzlaşmasını, güzelliğin biteviyeleşmesini önlüyor. Çoğu kez aykırı gibi görünse de, hatta aykırı davransa bile, bilim gibi sanat da bir kültürün atan kalbidir, canlılığıdır kanımca.

9. Yurt içi ve yurtdışı çalışmalarınızdan bahseder misiniz? Yakında İtalya da kişisel bir serginiz açılacak…(Bu röportaj yayınlandığı gün Roma da 3 küratörün koordine ettiği şahane bir sergi açılışı gerçekleşecek, başarılarının devamını diliyorum.)

Evet… Bunun için çok çok heyecanlıyım. İtalya ilk göz ağrım, yurtdışında gördüğüm ilk ülke, ilk kez ona giderken bulutların üzerine çıktım! Ve son otuz beş yıldır, yani evlendiğimden beridir, kesintisiz dört yıl süre ile en uzun yaşadığım şehir rekorunu elinde bulunduruyor. İlk arabam da orada oldu (efsanevi Fiat 500-1973 model) ve İtalyancadan bir çeviri kitabım var. Kasım sonunda kişisel bir sergim olacak Roma’nın merkezinde, neredeyse tam göbeğinde. Son hikâyemin yirmi resminden oluşuyor. Kitabı henüz basılmadı ama böyle güzel bir teklifi kabul etmekten başka ne yapabilirdim ki!

Daha önce, ilk sergim Madagaskar’da Antananarivo’da olmuştu. Çok kıymetli arkadaşım Afsana Meraly bu sergiye ev sahibeliği yapmıştı. Orada da resimler öyle sevildiler ki, bu beklemediğim ilgiye inanamadım! Böyle bir başlangıç, sonrası için de tabi çok yüreklendirici oldu.

10. 2023 de aldığınız Uluslararası Özkan Mert Ödüllü bir yazar ve sanatçı olarak, bu ödülün başarılarınıza ve kişisel hayatınıza etkileri neler olabileceğini düşünüyorsunuz?

Çok kıymetli şairimiz Özkan Mert adına düzenlenen ve Unesco yaşayan insan hazineleri kriterleri temel alınarak hazırlan böylesine özel bir doğa edebiyatı onur ödülü almak beni gururlandırdı, sonsuz mutluluk verdi! Öyle yüreklendirici ki… kitaplarıma hemen ödül şeritleri hazırladık bana hep destek ve yol gösterici olan, sonunda da ağabey ilan ettiğim sevgili Ali Akdamar ile birlikte. Ve her yeni faaliyetimde ödülümün eşlik ettiğini hissettim. Böyle değerlendirmelerin ne kadar kıymetli olduğunu yaşayarak anlamış oldum. Çünkü aslında sanat çok yalnız bir yol. Bütün riskler ve belirsizlikleri göze alarak tek başınıza ilerlemek zorundasınız. Ve özellikle günümüzde, kendi değerinizi siz oluşturmak mecburiyetindesiniz...

Bir sanatçı için en acı verici aşama, eserini paylaşamaması! Çünkü eseri yaşatan, içerisindeki bilinmeyen hazineleri keşfeden, onu canlı kılan; sadece, onun içine giren başka ruhlardır!

Bir sanatçı, eser üretmeye mahkûm olduğundan, başka türlü kendisi gibi yaşaması mümkün olmadığından; eserlerini paylaşamadığında hayatta kalması da bu anlamıyla mümkün olmuyor. Arjantinli halk şarkıcısı Mercedes Sosa’nın bir şarkısı vardır. Şu dizelerle başlar:” Si se calla el cantor calle la vida/ porque la vida, la vida misma, es un canto/ si se calla el cantor, muere de espanto la esperanza, la luz y la alegría… “-“ Şarkıcı susarsa hayat da susar/ hayat, hayatın kendisi bir şarkıdır çünkü/ umut, aydınlık ve neşe ölürler dehşet içerisinde/ eğer susarsa şarkıcı… ”

11. Bizlere vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederim

Bu birbirinden güzel sorular için ben teşekkür ederim.

Zeynep Bektaş BAKKALBAŞI kimdir?

18 Aralık 1966’da Ankara’da doğdu. 1989 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Çalışma Ekonomisi ve Endüstri ilişkileri Bölümü’nde lisansını, 1991 yılında Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Kültür Antropolojisi Bölümü’nde yüksek lisansını tamamladı.

1992 yılından itibaren, diplomat olan eşinin görevi nedeniyle sırasıyla; Almanya, Fas, Arjantin, İspanya, İtalya, Ekvador, KostaRika ve Madagaskar’da yaşadı. Türkiye’de bulunduğu dönemlerde kısa sürelerle; Beymen’de HomeArt departman sorumluluğunu üstlendi, MiGe Sanat Galerisi’nde yöneticilik ve ANKA Haber Ajansı Kültür-Sanat Bölümü’nde muhabirlik yaptı, bu sırada Cumhuriyet Gazetesi Bilim-Teknik Eki’nde “Yıldızların Tozlarıyız” isimli bir makalesi ve çeşitli gazetelerde haberleri yayımlandı (1999).

2004 yılında halen yürüttüğü seramik çalışmalarına başladı (BA Atölye). 2011 yılında, Camorra’nın Kan Davası isimli -Faida di Camorra, Simone di Meo- İtalyanca aslından bir çeviri kitabı çıktı. (Kyrhos Yay.) 2022 yılında “Sarısaman Masalları” isimli kitabını yayımladı. Aynı yıl Haziran ayında Madagaskar’da “Metamorphose Benie” isminde, yayımlanmış kitabının çizimlerinden oluşan ilk kişisel dijital resim sergisini açtı. (Suzy’s Corner -Antananarivo.) Ağustos ayında ise Türkiye’de “Sarısaman Masalları” isimiyle aynı masal kitabından ikinci kişisel resim sergisini gerçekleştirdi. (Destek Tasarım Akademisi -Ayvalık.)

2023 yılı Haziran ayında Tarçıntozu’nun Rüyaları isimli ikinci kitabını yayımladı.
2023 yılı Ekim ayında “Tarçıntozu’nun Rüyaları” isimli dijital resim sergisi, bu kez Gaziantep Sanat Merkezi’nde düzenlendi.

2023 yılı 6. Uluslararası Özkan Mert Onur Ödülleri “Doğa Edebiyatı Ödülü”nü aldı.
2024 yılı Ocak ayında Gaziantep Belediyesi Sanat Merkezi’nde, gençler ve çocuklar için bir hafta süren sertifikalı bir “dijital resim atölyesi” gerçekleştirdi.
Fransızca, İspanyolca, İtalyanca, orta düzeyde Almanca biliyor. Kaan ve İdil’in annesi.