Bendeki de ne azim, 24 yıldır düzenli olarak her 17 Ağustos tarihinde Deprem hakkında yazıp derdimi paylaşmışım fırsat bulduğum her basın organında. Bazen ağır tecrübelerimi, bazen yöneticilerin beceriksizliklerini, bazen atılan cesur adımları, bazen korkaklıkları, bazen yergi, bazen alkış yazılarımı. Hepsinde de çok basit sorular sormuşum:
Gerçekten Türkiye’de depreme hazırlık yapmak gibi bir niyetiniz var mı? Yoksa bizimle dalga mı geçiyorsunuz?
Halkın bilinçlenmesi için ne yaptınız? Halkımız deprem anı ne yapacağını biliyor mu? Cevabınız Hayır ise, bu sizi rahatsız etmiyor mu?
Kaç kişide “Deprem Çantası” hazırlığı var? Buna da mı alıştık?
“Deprem Toplanma Merkezlerine” ne oldu? Muhtarlar bu konunun takipçileri mi?
Mahallelerde ki “Deprem Malzeme Konteynerleri” nereye gitti? İçindeki malzemeler nerede?
“Deprem Vergileri” nereye harcandı, bitti?
“Kentsel Dönüşüm” için Ulusal bir politikamız var mı?
Kentsel Dönüşümden anladığımız sadece TOKİ’ler mi?
Kentsel Dönüşümün neden yapıldığına dair bilgiye sahip miyiz?
Profesyonel ve tecrübeli AKUT ne amaçla yok edildi?
Deprem konusuna politik mesajların ve fırsatların karışması büyük bir tehlike değil mi?
Deprem öncesi, Deprem anı ve Deprem sonrası stratejik planlarımız var mı? Varsa neden bizler bilmiyoruz?
Her türlü afet konusunda eğitimli olan Silahlı Kuvvetler neden bu konulardan özellikle uzak tutuluyor? 1999 Gölcük Depremi’nin en vefakâr kahramanı Gölcük Donanma Komutanlığı’dır, NOKTA. (Konuyu bilmeyenler lütfen araştırsınlar)
Bunlar şuan hatırladığım sorularım, yıllar içerisinde kaç yüz soru sormuşumdur bilmiyorum. Tüm sorunlar evrende yıldız tozu haline dönüşüyor, ne güzel… 24 yılın ardından cevabını zaten bildiğim soruların hiç birine tam anlamıyla yanıt bulamadım. Aslında herkes cevapları biliyor ama cevaplanmayınca daha rahat hissediliyor. Gerçeklerle yüzleşmenin tatlı kaçamağı diyelim biz buna. Gerçeğin acı faturasını bilirsiniz ama dile getirmeyince o dev sorun yok oluyor gibi davranır hafif bir gevşeme hissedersiniz. Bir ferahlık gelir üzerinize. Ben buna devekuşu gibi kafayı kuma gömme diyorum. 6 Şubat depremini deprem uzmanları bir ay öncesinden dile getirdi TV de canlı yayında, bizzat izledim. Yetkilileri uyardı, önleminizi alın diye. Duymazdan geldik, ne de olsa “bize bir şey olmaz”. Ama fena oldu…
İstanbul depremi yıllardır magazin konusu haline dönüştü, ciddi neler yapılıyor takip edemiyorum artık. İstanbul’da yaşam tüm hızıyla sürüyor. Sadece İstanbul’da yaşayanlar etkilenecek gibi bir algı var 69 milyon 212 bin 522 kişide… Sürekli endişelerimizi konuşuyoruz. Bir seçim geçirdik, bana göre duymak istediğim en önemli stratejik plan vaatleri olmalıydı DEPREM, kaldı ki son derece başarısız yönetilmiş bir deprem felaketinden çıkmış bir Türkiye’den bahsediyoruz… Kanada Ulusal Televizyonu’nda seçim sonuçları açıklanırken şu nazik ibare kullanıldı: “Tüm ülkeyi mutsuz eden deprem çalışmalarına rağmen…” Bu cümle benim gururumu çok kırmıştı, gerçekleri biliyordum tabii ama başkası yüzüme de böyle dannnn diye ulu orta vurmasaydı keşke… Belediyeler el birliği ile destek vermeseler bölgeye, durum hangi seviyelerde olurdu hayal dahi edemiyorum.
Hepimiz bireysel hayatımızda da böyle dönemler yaşarız, kontrol bizden çıkar, oraya buraya savrulur gideriz. O arada neler yaşanır hak getire. Sağa sola çarpa çarpa bir şekilde zıvanaya otururuz. Uzun bir dönemdir Türkiye savruluyor, zıvanaya oturacak mı, oturursa nasıl olacak bu iş hiçbir öngörüm yok, eminim yöneticiler de dâhil kimsenin fikri yok. Her gün gelen zamlar, dövizin artışını romantik komedi yaz dizileri gibi izleyip hala hayret ediyoruz.
Aslında temelde başka ciddi bir sorun var ülkede; “devlette liyakat” sözlerini sıkça duyduğumuz yöneticilerine güvenememek ne rahatsız edici bir his. Çalıştığım “bir” yöneticim dışında koşulsuz emek verdiğim kişilere tam anlamıyla güven duyamadım. Gözümde saygıdan büyüttüklerim oldu, olduklarından daha değerli yerlere layık gördüm kendilerini. Tabii saygıda kusur etmedim ama hep temkinli davranmak zorunda kaldım. Bir kişi dışında, işe başladığım gün beni karşısına alıp sormuştu: “Büyük bir kurumda mühendis olarak göreve başlayacaksın, mesleğinde hangi alana ilgi duyuyorsun, nerede çalışırsan bu kente daha verimli olacağını düşünüyorsun?” O kadar şaşırmış ama bir o kadar da sevinmiştim ki bu soruya. Bu sohbetin ardından Ankara Büyükşehir Belediyesi İmar Daire Başkanlığı’nda Ankara Vadileri Proje Koordinatörü (7 farklı vadi) olarak atandım. Türkiye’nin ilk ve en kapsamlı (karmaşık, sorunlu ve zor) kentsel dönüşüm projesi Dikmen Vadisi ve Portakal Çiçeği Vadisi Dönüşüm projelerinin belediye ayağını 3 yıl yönettim. Hayatımın en büyük iş tecrübesiydi, belediyeciliğin A’sından Z’sine kadar tüm problemleri bertaraf etmeyi öğrenebileceğim bir deneyim. Bu deneyimin üzerine 3 yıl ABD, Kaliforniya’da Amerika’nın en saygın mimarlık şirketi Richard Murray Assoc’da peyzaj mimarı olarak çalıştım ve haliyle dünyaya bakışım değişti. Türkiye’ye bilgi depolarımı tıka basa doldurmuş döndüğümde bu kadar tecrübeyi aktarmak için heyecanla yeni görevimi bekledim. Bu arada yöneticim değişmişti. Olabildiğince vasıfsız, sokaktan geçen herhangi bir kişinin yapabileceği düzeyde görevlendirmeler sonucu ilk cezamı ve şoku yaşadım. Sonra ki 20 – 25 yılında genel tablosu değişmedi. Kimse uzmanlık ve bilgi peşinde değildi. Hangi konuda uzman olduğuma bakmaksızın vitrin işlerinde görevlendirmelerle bana göre vakit kaybettiler. Belediyecilik her göreve aşina olmaktır mantığını benimsediğim için koşulsuz çalıştım ama garipsedim. Personelini tanımamak, onun yetenek ve becerilerine göre hizmet istememek bana büyük bir insan kaybı geliyor. Çalıştığım kurumlarda, danışmanlık alarak kentsel dönüşüm hakkında bilgi toplamaya çalışan kurum yöneticilerim, danışmanlık aldığı firmalara geçmişte benim kentsel dönüşüm eğitimleri verdiğimi hiçbir zaman öğrenemediler… Bu kişiler “liyakat” kelimesi ile yatan kalkan kişilerdi ne yazık…
O kadar tuhaflaşmış bir düzen içinde yaşamaya dayatılıyoruz ki, kimin ne bildiği, ne kadar bildiğinin hiç bir önemi kalmamış, “devlette liyakat” diye cümleye başlayanların bu kelimenin anlamını bile bildiğinden endişeliyim. (TDK: Yeterlilik ilkesi olarak adlandırabileceğimiz liyakat, verilen görevi başarı ile yapabilme, geliştirebilme yeteneği olarak tanımlanabilir. Göreve kabul edilme ve yükselmelerde “bilgi ve görgüyü” esas alan bir anlayıştır.)
En temel sıkıntımız bu aslında, işin başında o işten anlayanların olmayışı, herkesin her şeyi yapabileceğini düşünmesi, insan kaynağımızı tanımıyor oluşumuz. Büyük vakit kaybı ülke için, siyaseten atanıp da uzman kadroları dolduranlar günü kurtarıyorlar belki ama üretemiyorlar. Sayısız problemle karşı karşıya kalacak bu topraklar, ormanlarını kaybedecek, Bereketli Hilal coğrafyasında yaşayıp mercimek, buğday, nohut ithal edecek, sellerle boğuşacak toprak kaybedecek, zeytin ağaçlarını kesip İtalya’dan zeytin peşine düşecek, 4 denize sahip olup su ürünlerine Fransız kalacak, haber yapıyor diye gazetecilerinden kurtulacak. Hikâyenin sonunda, liyakatçiler sallanıp sallanıp yuvarlanacak…