KENT SERİSİ 24: MASUM SALDIRGANLIK

Dilek ALP

Etrafımıza verdiğimiz zararın kırmızıçizgisi nerede, sınır ne, etrafımıza saçtığımız kötülüklerimiz ne zaman son bulacak? Her şeyin başlangıcını düşünür oldum, canlılar âleminde insanlar ne zaman bu kadar yozlaştı diye merak ediyorum. Neden bu kadar kötü olmak zorunda kaldılar ya da… Sanırım ne zaman diğerleri ile çıkar ve kazançları kesişmeye başladı tam da o zaman kötü fikirler doğdu.

Güzel şeyleri yok etme dürtüsünün ardında ki bilimsel açıklamayı hep merak ederdim, konuyla ilgili nörolog bir arkadaşımla sohbetimiz çok aydınlatıcı oldu. Başka birinin sevimli bebeğini tutarken, bebeğin kollarını çimdikleme, pufidik ayaklarını ısırma eğilimi örneğinden yola çıkan açıklaması beni çok şaşırttı. Bir adı bile varmış “Masum Saldırganlık”, bir bebek gibi sevimli, güzel bir şeye karşı hissettiğimiz yüzeysel saldırgan bir davranışmış bu. Herhangi bir şekilde zarar verme arzumuz olmasa bile, güzel şeylere karşı sıkıştırma, kemirme veya parçalama dürtüsü olarak tanımlanıyormuş. Bir bebeğe zarar verme niyetimiz asla olmayabilir ve kesinlikle harekete geçmeyebiliriz - ama bu, bu garip duygunun varlığını azaltmaz.

Gerçek şu ki, herkes çok güzel bir şeyi severken paralama ihtiyacı hissetmiştir hayatında en az bir kez. “Bu köpek o kadar tatlı ki sarılmak ve kemiklerini kırmak istiyorum!” Çok beğendikleri çiçekleri öleceklerini bildikleri halde toplama isteği de buna benzer. Yangın tehlikesi olduğunu bildiğimiz bir ormanda mangal yapma arzumuzun olduğu gibi… O güzelliğe sahip olmak uğruna, yok etmeyi göze almak bir nevi.

Masum saldırganlığın arkasındaki kimya basittir. Masum bir uyaranla sunulduğunda, beynimizin doğal tepkisi genellikle pozitiftir. Bu, bizi son derece mutlu hissettiren kimyasal bir element olan dopamini serbest bırakır. Bu durum belli bir sınırı aştığı an tehlikeli bir hale dönüşür.

Roma'da batı dünyasının sekizinci harikası kabul edilen San Pietro Bazilikası'ndaki Michelangelo'nun Pieta Heykeli buna etkili bir örnek sanırım. İnsanoğlunun bir kayadan böyle bir güzelliği ortaya çıkarmak için nasıl böyle bir vizyona ve yeteneğe sahip olabileceği, insan ruhunun harikası olarak kabul edilir. Bu muhteşem sanat eserini 1972'de Laszlo Toth'un bir çekiç alıp yok etmeye çalıştığını, Meryem Ana’nın kolunu, gözünü ve burnunu kırdığını hatırladım şuan. Bu nefes kesen eseri düşünürken, bu güzelliği yok etmenin mantığını anlamaya çalışıyorum. Bu güzelliği mahvetme ihtiyacı neden olabilir? Fazla sevgiden mi?

Trabzon, Uzungöl’ü neden mahvettiklerini anlamadığım gibi ya da Burdur, Salda Gölü’nün bembeyaz kumsalına basılmaması gerekirken koloniler halinde kumların üzerinde boy boy fotoğraf çekilmesini normal bulmadığım gibi. Ya da Batman, Hasankeyf’in turizme teşvik adına beton dökülmüş yeni yüzünün korkunçluğu, Kastamonu, Tarihi Nasrullah Camii’nin yenilemesinde yok edilen süsleme ve hatların kaybolması, duvarlarına çivi çakılması yasak olan İstanbul, Mısır Çarşısının duvarlarına çakılan elektrik panoları gibi, 1508 yılında inşa edilen Bursa, Tarihi Pirinç Han’ın kapılarının çelik kapı ile değiştirilmesi gibi, yedi asırdır ayakta duran ve UNESCO Dünya Mirası Geçici Listesi'nde yer alan Mersin, Mamure Kalesi'ne yenileme çalışmalarında PVC pencere, beton sıva ve surlarına klima takılması gibi, Şile, Ocaklı Ada Kalesinin restorasyonu ardından çizgi film kahramanı Sünger Bob’a benzemesi gibi, Doğubeyazıt, İshak Paşa Sarayının tavanını cam tavan haline dönüştürülmesi gibi, 1700 yıllık İznik Ayasofya Cami kapısının buzlu camla değiştirilmesi gibi, Dünya Kültürel Mirası Nemrut Dağında ki heykellere yazı yazan duyarlı ziyaretçiler gibi… Ne yazık değil mi kimse yeteri kadar “DUR” diyemiyor. İzliyoruz, öfkeleniyoruz, yazıyoruz, haykırıyoruz ama engelleyemiyoruz. Çünkü bu konuda yaptırımı ürkütücü koruma kurallarımız yok, olsa da bir yerlerde cereyan yapan açık kapılar var.

Neden var olan güzellikleri yok etme isteğimizi bastıramıyoruz? Hiçbir şey yapmadan mevcut haline bırakmak bile en etkili koruma yöntemlerinden biri haline dönmedi mi? Bir taraftan doğamızın ve tarihimizin güzelliklerini gözler önüne sermek isterken diğer bir taraftan, zarar veren insanoğlundan saklamak arzusu, bu gelgit hali. İnsanoğlunun derdi nedir, anlamak mümkün değil.

Üretken olmayan, konudan anlamayan, işin gerçek uzmanlarına danışmadan ve yaşadıkları ülkeye, tarihine saygı duymayan kişiler tarafından yönetilen kentlerde bu manzaralara rastlamak olağan halde geldi ve duyarlı kişilerin de üzüntüleri yılgınlık haline dönüşmeye başladı. Hangi birine üzüleceğine şaşırmış bir durumdayız, kesilen zeytin ağaçlarına mı ağlayayım, bir kentin simgesi olan Atatürk Havalimanının yok edilişine mi, korunamayan ormanlarımıza mı, denizlerimizin müsilajla isyan haline mi, verim fışkıran topraklarımızın heba edilişine mi, kapatılan Sümerbank fabrikalarına mı? Ne kadar birbirinden bağımsız üzüntü konularımız var değil mi? Delirmemek mümkün değil diyorum ya klişe bir yaklaşımla.

Geçen gün oğlumla sohbet ederken bir cümlesi dikkatimi çekti; “Kentlerin kim ya da hangi partili belediyeler tarafından yönetildiğini önemsemiyorum artık, kente ne kattığına ve nasıl yönettiğine dikkat ediyorum o kadar…” dedi. Sanırım yeni nesil ne istediğini gayet iyi biliyor. Kandırılmaya müsait değil, şovlara karınları tok ve zerre kadar önem vermiyorlar. Mustafa Kemal Atatürk’ün gençlere ülkeyi emanet etmesi tesadüf değil hem de kurtuluşun başladığı tarihte… 19 Mayıs 1919

SONSÖZ:
En yüksek kuleye sahip olmanın en kolay yolu nedir?” bilmecesinin cevabı kesinlikle bu toplumun günümüz yaklaşımı: “Tüm kuleleri yok edin! Böylece senin kulen, en yükseği olacak.”

Günümüz anlayışında¸ önceden yapılmış güzel olanı yık, işe yarayışlı olsa da yok et, kazandığın ve en önemlisi kaybettiklerinle yeni yozlaşmışı yarat. Artık kazanan sensin…

...ya da kaybeden…

Hayattan derin nefret duyan insanlara ifade özgürlüğü verildiğinde, sefalet ve yıkım yaratmaya çalışırlar - çünkü içlerinde olan sadece bu duygudur… Ya da masumca çok seviyorlardır!