Prof.Dr.Ruşen Keleş ve eşi eski milletvekili İktisat Profesörü Birgen Keleş, yazarımız Dilek Alp ile.
RÖPORTAJ: Prof. Dr. Ruşen KELEŞ
Eylül 2021 / Ankara - Dilek ALP
Dünyaca ünlü kent bilimci, akademisyen, kentleşme ve çevre bilimleri duayeni, avukat ve yazar...
Değil söyleşmek, karşı karşıya oturmaktan bile onur duyduğum ‘Hocaların Hocası’...
Hayata mola vermeden ders veriyor, yazıyor, üretiyor, anlatıyor…
Ağzından çıkan her kelime, geleceğe önemli bir mesaj niteliğinde…
Alanındaki en kapsamlı başvuru kaynaklarını hazırlamış…
Sözün özü; Arşivinizde saklayacağınız damıtılmış bir sohbet…
Prof. Dr. Ruşen Keleş’e ‘Kentlilik’ üzerine sordum;
KİMLİK KÜLTÜRÜN KENTE YANSIMASIDIR
- Kent kimliği ne demektir? Kentler hangi değerleri barındırmalıdır? Dünyada ve ülkemizde bu değerlere uyan kentlere örnek verebilir misiniz?
- Bu sorunuza, üçüncü baskısı 2021’de İmge Yayınevi tarafından yapılan “Kentbilim Terimleri Sözlüğü” başlıklı kitabımdaki tanımla (s. 83) yanıt vereyim:
“Kent kimliği, bir kentin özgün çağ bilimsel (modern) ve ekinsel (kültürel) birikimi; bölgesel, ulusal ve küresel yerleşim dizgeleri içindeki toplumsal, ekonomik ve ekinsel işlevleri ve bunların, o yerleşim yerinin uzamsal (mekânsal) örgütlenmesine yansımasından kaynaklanan ayırt edici özelliklerin ve niteliklerinin tümüdür.”
Bu tanımda ön plana çıkan özellikler, kenti başka kentlerden ve yerleşim yerlerinden ayırt etmeye yarayan, kendine özgü tarihsel, kültürel ve doğal değerlerdir. Bir başka deyişle, bir birikim olan kültürün kentsel yerleşimlere yansımasıdır kimlik.
Kentler, kimliklerini, oralarda yaşamakta olanların ve o kentlerin yönetiminde görev alanların kent kültürleri ve bilinçleri sayesinde korurlar. Bu yönden dünyada özellikle İskandinav ülkelerinden başarılı örnekler verilebilir. Oslo, Stockholm, Kopenhag bunlar arasındadır. Japonya’da Kyoto’yu da bunlara ekleyebiliriz. Türkiye’de kent kimliğinin korunması konusunda örnek oluşturabilecek uygulamalara ne yazık ki rastlayamıyoruz.
HALK VE YÖNETİCİLERDE GECİKTİ
- Kent bilimi perspektifinizde, sizin başladığımız noktayla bugün geldiğimiz nokta arasındaki fark nedir?
- Kent kimliğinin korunması açısından, Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında ülkemize gelip kent planları hazırlamakla görevlendirilen plancılar ve mimarlar bu konu üzerinde önemle durmuşlardır. Ne var ki, halkta ve yöneticilerde kent kültürünün ve bilincinin olumlu gelişmelere konu olabilmesi çok gecikmiştir. Bugün bile geçmişi ve özellikle erken Cumhuriyet dönemini simgeleyen birçok mimari ve kültürel varlığın sorumsuzca yok edildiğine tanık olabiliyoruz. Sayıları az olan kimi belediyelerimizde ise olumlu adımlar atıldığını görmek sevindirici oluyor. ‘Tarihi Kentler Birliği’ adını taşıyan yerel yönetimler hizmet birliğinin bu alandaki eğitici ve özendirici çalışmaları takdirle karşılanmalıdır.
ÇİRKİNLİĞİN TANIMI DAHA KOLAY
- ‘Kent estetiği’ denilince ne anlamalıyız?
- Güzellik, üzerinde kolayca görüş birliği sağlanabilen bir kavram değildir. Bununla birlikte, çirkinliğin tanımı, güzelliğin tanımından daha kolaydır. Kentleri, göze hoş gelen özellikleriyle korumak ve geliştirmek için, kentlerde güzel duyusal (estetik) denetim adı verilen bir denetim türüne gereksinme duyulur. Kentlerin imar planlarını uygulayan yetkili kişi ve kuruluşların, kentlerde ve kasabalarda göze hoş gelmeyen, çirkin ve imar kurallarına aykırı gelişmeleri ve yapıların yapılmasını önlemeleri gerekir. Bu çabalar aynı zamanda, halkın eğilimlerini belirlemek amacıyla zaman zaman katılımcı yöntemlere başvurulmasını da zorunlu kılar.
ATATÜRK’ÜN BAKIŞ AÇISI
- Kent bilimi açısından değerlendirdiğimizde, Cumhuriyet’in ilk yıllarında Atatürk’ün yeni kurulan kentlere bakış açısı nasıldı?
- Ankara’yı başkent yapma kararı alınmasının ve TBMM’den bir özel yasa çıkarılmasının ardından, başkentin çağdaş bir kent yapılması amacıyla uluslararası bir imar planı yarışması açılması, atılan adımların başında gelir. Yarışmayı kazanan Herman Jansen’e birtakım istekler iletilmiştir. Kentin nüfus artışının sınırlandırılması, tarihsel ve kültürel dokunun korunması, yeşil ve açık alanların artırılması bunlar arasındaydı. Hükümet yapılarına, bakanlıklara, kültür kurumlarına, yeşil ve açık alanlarla sanayi kuruluşlarına kentte ayrı ayrı yerler ayrılmıştır (bölgeleme). Jansen’e verilen direktiflerden biri, yeni yapılacak yapıların yüksekliklerinin dört katı geçmemesi yolundaydı. Gençlik Parkı, Hipodrom, Ziraat Enstitüsü ve Atatürk Orman Çiftliği gibi alanlar Atatürk ve arkadaşlarının çağdaş bir başkentin yeşil alanlarla iç içe olmasına ilişkin anlayışlarının ürünüydü. Ayrıca, dünyada henüz bölge planlaması kavramının duyulmuş olmadığı bir dönemde, Anadolu’yu kalkındırmak amacıyla, kimi zaman ekonomideki kuruluş yeri faktörleri bile göz ardı edilerek ülke yüzeyine şeker ve çimento fabrikaları serpiştirilmiştir.
AOÇ’DE YAPILAŞMA CUMHURİYET
DEĞERLERİNE SAYGI EKSİĞİNDEN
- Atatürk Orman Çiftliği’nin bir kent ölçeğinde nasıl bir yeri vardı? Önemi neydi?
- Atatürk Orman Çiftliği çok yönlü bir değerlendirmeyi hak edecek önemde bir örnektir. Gerçek devlet adamı Atatürk kendi özel çiftliklerini 1937 yılında ulusuna bağışlamıştır. Amaç yeşilliğin korunması ve ileri tarım yöntemlerinin denenebileceği bir laboratuvar olarak çiftliğin kullanılmasıdır. Bu nedenle bu bağışa “şartlı bağış” adı verilmektedir. Günümüzün siyaset ve devlet adamları daha çok kendilerini zenginleştirmeye önem verirler. Oysa Atatürk, kendi mal varlığını ulusuna bağışlayarak ulusunu zengin etmeye önem vermiş olan, eşine az rastlanır bir devlet adamıydı.
Atatürk Orman Çiftliği, Ankara kent kimliğinin ayrılmaz öğelerinden biriydi. Bu kimliğini koruyabilsin diye, AOÇ arazisinden başka amaçlar için arazi tahsisi, 1950’li yıllardan bu yana, TBMM den özel yasa çıkarılması koşuluna bağlanmıştır. Buna karşın, AOÇ arazisi 2000’ li yılların başlarına gelindiğinde üçte bir oranında küçülmüş bulunuyordu. Bu olumsuz gidiş 2000’li yılarda da devam etmiş ve 2006 yılında, AOÇ’nin planlama yetkilerini Ankara Büyükşehir Belediyesi’ne devreden bir yasa çıkarılmıştır. Buna dayanarak Ankara Belediyesi’nce hazırlanan bir koruma planı, sanki “korumayı” değil de “korumamayı” amaçlıyormuş gibi AOÇ arazisini yapılaşmaya açmayı kolaylaştırmıştır. Daha da önemli yanlış bir karar, Bakanlar Kurulu’nun, AOÇ arazisini, hangi gerekçeyle olduğu anlaşılmaz bir biçimde, “kentsel dönüşüm ve gelişim proje alanı” olarak ilan etmesi olmuştur. Böylece, devletle belediye çiftlik arazisini yapılaşmaya açmak için el ele vermişlerdir. Hele de, bu işlemler devam ederken, yargıya taşınan birtakım anlaşmazlıklarda göreve çağrılan bilim insanı niteliğindeki bilirkişilerin “AOÇ artık ne orman, ne de çiftliktir” biçiminde görüş bildirmeleri, AOÇ’yi beton yığınına çevirmeyi daha da kolaylaştırmıştır.
AOÇ’nin “Külliye” adı altında betonlaştırılması, kanımca yalnızca bir hukuk kuralının çiğnenmiş olmasının ötesinde önem taşımaktadır. Koşullu bağış belgesine bağlı kalmamış olmanın yanı sıra, bu olayda, Atatürk’ün kişiliğine ve Cumhuriyet değerlerine bir saygı eksikliğinin açıkça ortada olduğunu belirtebilirim. Kent kimliği kadar, Atatürk’ün kişiliği de bu “bilinçli” olaydan yara almıştır.
BİR EĞİTİM SORUNUYLA
KARŞI KARŞIYAYIZ
- Kentlilik bilincine sahip topraklarda yaşamamıza rağmen, neden kentlerimiz kimliksizleşti? Kentlerimizin gelişimi konusunda neden bilinçsiz bir bakış açımız var?
Yaşadığımız toprakların kentlilik bilincine sahip olduğu söylenemez. Önemli olan bu topraklarda yaşayanların ve bu topraklar üzerindeki yerleşim yerlerini yönetenlerin yeterli bilinç sahibi olmalarıdır. Asıl eksiğimiz budur. Okullarımızda, kent kimliklerinin ayrılmaz öğeleri olan değerlerin korunmasına ilişkin eğitici programlar genellikle yoktur. Yerel ya da merkezi düzeyde kent kimliklerinin korunmasında söz sahibi olanlar, ne ulusal hukuk kuralları, ne de UNESCO gibi uluslararası kuruluşların tarafı olduğumuz uluslararası sözleşmelerinin kuralları hakkında bilgi sahibi değiller. Bir eğitim sorunuyla karşı karşıya bulunduğumuz çok açıktır.
PARMAKLA GÖSTERİLECEK
KADAR AZ SAYIDALAR
- Kent bilincine sahip bir belediye başkanı nasıl olur? Kent kimliğinin tahrip edilmesinde yerel yöneticilerin hatalı bakış açıları nelerdir?
- Kent bilincine sahip bir belediye başkanı denildiğinde, benim aklıma, kentinin tarihsel, kültürel ve doğal değerlerine ve kentinin kimliğini oluşturan her türlü özelliğin ve varlığın titizlikle korunmasına özen gösteren, bunları rant yaratma ve paylaştırma özlemlerine feda etmemekte kararlı olan bir belediye başkanı gelir. Bu tür belediye başkanlarımızın sayısı son yıllarda artmış olmakla birlikte, ne yazık ki yine de parmakla sayılacak kadar azdır. Kültür mirasını imar planı değişiklikleriyle kazanç hırsına teslim etmek isteyenlere araç olmamalıdır belediye başkanlarımız ve meclis üyelerimiz.
YANGINI BELEDİYEYE YÜKLEYEN BAKAN!
- Ülkemizde kentlilik nasıl anlaşılmaktadır? Tüm hizmetleri yerel yönetimlerden bekleyen bir Türkiye’de vatandaşın sorumluluğu nedir? Yurt dışında belediye vatandaş ilişkisi nasıldır?
- Ülkemizde kentlilik eksik bir biçimde daha çok kent nüfusunun artışı olarak anlaşılmakta. Oysa kentlilik insanların tavır ve davranışlarında, yaşama bakış açılarında da değişiklikler yaratan bir süreçtir. Görüyoruz ki, İstanbul’da, Van’da, Rize’de, Kasımpaşa’da doğmuş ve büyümüş de olsalar, bireyler tavır ve davranışlarındaki köylülük izlerini; kısaca, “köylülüklerini” kentlerde de sürdürebiliyorlar. Bu değişim yetersizliğinin eğitimle yakından bağlantısı vardır.
Anayasaya göre (m.123), yönetim bir bütündür ve merkezi ve yerel yönetimler, kamu hizmetlerini, niteliklerine göre paylaşmaları gereken iki hizmet organıdırlar. Yerel yönetimler, yerel nitelikteki kamu hizmetlerini üstlenmek zorundadırlar. Tarafı olduğumuz Avrupa Yerel Yönetimler Şartı’nın kuralı da budur. Bu durumda, yeterli bilgiye sahip olmayan bir Bakan’ın orman yangınlarını söndürmenin sorumluluğunu belediyelere yüklemek istemesi, bilgisizlikten öteye geçmez düşüncesindeyim.
Yurttaş kent hizmetlerinden yararlanan bir kimse olarak, memnuniyet düzeyini seçimlerde demokratik yollardan sandığa yansıtır. Ama bunun yanı sıra, seçim dönemleri dışında “sivil itaatsizlik” denilen demokratik yöntemlerle ve hukuk kuralları çerçevesinde, Gezi Parkı olayında olduğu gibi, eğilimlerini ilgililerin ve kamuoyunun dikkatine sunmak hakkına da sahiptir. Somali’de, Nijerya’da, Katar’da değil, ama çağdaş demokratik batı ülkelerinde de durum böyledir.
ARAÇ DEĞİL AMAÇ RASYONELLİĞİ
- “Kent Koruma Planı” ne demektir? Bu planlar ile kentlerimiz gerçekten korunuyor mu? Kent kimliğine Türkiye’de nasıl zarar veriliyor? Bu zarar nasıl bir bakış açısı ile önlenebilir?
- Koruma amaçlı planlar İmar Yasası’nın ve Kültür ve Doğa Varlıkları Yasaları’nın kurallarına göre yetkili mercilerce hazırlanır. Yönetmeliklerde hazırlanma yöntemleri gösterilmiştir. Ama unutmamak gerekir ki, planlar yalnızca araç niteliğindedir. Max Weber’ in deyişiyle, plan yalnızca “araç rasyonelliği” sağlar. Önemli olan “amaç rasyonelliğidir”. Bir başka deyişle, adı koruma planı da olsa, bu planla ulaşılmak istenen amacın ne olduğu önemlidir. AOÇ, 2000’li yılların ortalarında Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin, adı koruma planı olan bir planla taş yığınına çevrilmiştir. Gerçekte o planın adının “koruma -ma” planı olması gerekirdi. Bu türlü istisnalar dışında, koruma planlarıyla kentlerin ve bölgelerin tarihsel ve kültürel değerleri güvence altına alınır. Son 25 yıl içinde, Tarihi Kentler Birliği adını taşıyan ve 800’e yakın belediyenin üyesi olduğu bir Yerel Yönetimler Hizmet Birliği’nin, vermekte olduğu özendirici ödüllerle, koruma konularına önemli katkılar yaptığını görüyoruz. Bu tür çabalar devletçe de desteklenmelidir.
KENTİN SAKİNİ DEĞİL SAHİBİ
- Gelecek kuşaklara nasıl bir kent bilinci bırakmalıyız?
- Kentinin yalnızca “sakini” yani oturanı değil, “sahibi” olmak bu amacı en iyi anlatan ifadedir. Sahiplik duygusunun her çareye başvurularak geliştirilmesi, yüzyılların ülkemize ve kentlerimize kazandırmış olduğu değerlerin güvence altına alınmasını sağlamaya yardımcı olur.
- “Kent kimliği yönünden kaybedilen değerimiz” dersem aklınıza ilk gelen örnek ne olur?
- Bu tür örneklerin sayısı saymakla bitmez. Ama, örneğin, Ankara’dan söz ediyorsak, yıkılarak yerine garip bir AVM yerleştirilen, erken Cumhuriyet döneminin yapılarından olan Kızılay Binası ve yerine cami yerleştirilen İller Bankası Binası bu türlü yanlışlara verebileceğim ilk örneklerdir.
DENİZCİLİĞE GEREKEN ÖNEM VERİLMİYOR
- Dünyada farklı ekolojiye sahip, dört denizi olan tek ülke olmamıza rağmen, coğrafyamızda neden “Kıyı Kentler Kültürü” gelişemedi?
- Denizciliğe ve kıyı kentlerin korunup geliştirilmesinde, gereken önemin verilmediğine üzülerek tanık oluyoruz. Bunda, farklı alanlarda ve sektörlerde, kısa yoldan kazanç elde etme güdüsünün daha etkili olmasının rolü vardır diye düşünüyorum.
- Türkiye’nin her kenti kendine has bir turizm değerine sahipken, zorla tek tip kent haline dönüştürülmesine gayret ediliyor. Kent kimliğinin yok edilmesi bize nasıl bir son hazırlıyor?
- Tek tipleştirmenin kültür, tarih, mimarlık ve doğa değerlerine gereği gibi sahip çıkma yönünden sayısız sakıncaları var. Bu sakıncalar, yalnız turizm kesimini değil, tüm ekonomiyi olumsuz yönde etkilediği gibi, koruma politikalarımızın yanlışlarını da açıkça ortaya koymuş oluyor.
İSTİŞAREYİ NUTUK ATMA GİBİ ALGILARSINIZ
- Şehirlerimiz için deprem, yangın, sel, vb. felaketlere karşı ulusal bir afet planı hazırlanmalı ve halkla bu ilişkiler paylaşılmalı. Türkiye bu konuda nerede yanlış yapıyor?
- Ulusal afet planı geçmiş yıllarda da hazırlanmıştır ülkemizde. Merkezi yönetim, AFAD öncülük etmiştir hazırlanmasına. Bu türlü ulusal çaptaki sorunların çözüm arayış süreçlerinde devlet yerel yönetimlerle, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarıyla ve STK’larla yakın bir işbirliği anlayışı içinde olmalıdır. İşbirliği, uygulamanın etkinleştirilmesini kolaylaştırır. Her şeyin “talimatla” yönetildiği ülkelerde halk ve ilgililer uygulamaya sahip çıkmaz olur. “İstişare”yi tek yanlı nutuk atma biçiminde algılarsanız, ulusal afet planı gibi girişimler başarılı olamaz. En önemli eksiğimiz, yerel yönetimlerin genellikle devre dışı bırakılması ya da aralarında farklılaştırmalar yapılmasıdır.
- Bir kentin kalbi neresidir?
- Kent plancılarının kullandıkları terimler arasında (MIA), Merkezi İş Alanları anlamına gelir ve bir anlamda kentin merkezi sayılır. Ortadoğu ve İslam kentlerinde kentin kalbi denildiğinde, merkezdeki cami ile onun çevresindeki tamamlayıcı kamusal yapılarla ticaret ve sanayi kuruluşları akla gelir. Fakat dünyanın her yanında kentlerin nüfus ve alanca büyümesi sonucunda, artık tek bir kent merkezinden söz etmek olanaksızlaşmıştır. Bunun en güzel örneklerini İstanbul ve Ankara gibi kentlerde görürüz. Ama bu çok kalplilik ya da çok merkezlilik herhalde, kalbi duran bir kentin yeniden yaşama döneceği anlamına gelmez. Kenti ve onun kimliğini yaşatmanın ön koşullarından daha önce söz etmiştik.
HAYALİMDEKİ KENTİ TANIMLAMAK ZOR
- Sizin hayalinizdeki kenti anlatır mısınız? Bu hayale ulaşmak mümkün mü?
- Benim hayalimdeki kenti tanımlayabilmem zor. Ama 1940’ların ya da 1950’lerin İstanbul’unun, tarihsel ve kültürel kimlik öğeleri yıpratılmadan çağdaş donanımlara kavuşturulmuş biçimi olarak anlatırsam kafa karışıklığına yol açmayacağımı sanırım. Günümüzün kentlerinin güzelliğini, kimliğini, yaşanabilirlik niteliklerini en olumsuz etkileyen etmenlerin başında neo-liberalizm geliyor. Emek harcamaksızın gelir (rant) elde etmeyi ilke olarak benimseyen bu ekonomik sistem, kentlerin tarih ve kültür varlıklarını hiçe sayabiliyor. Hele de, bilinçsiz yerel ve merkezi yönetici kadroların elinde, kentler neredeyse sahipsiz kalıyor. Faizi “haram” sayan tutucu inanç sahipleri bile, üretim faktörlerinden arsanın getirisi olan ranta “helal” gözüyle bakabiliyorlar. Böyle bir anlayışın kentleri yaşanabilir olmaktan kolayca çıkarabileceğini görmek güç değildir. Bu tür sorunların uzun erimde çözülebilmesi umudu, gençliğin çağdaş ve akılcı eğitim kurumlarında yetiştirilmesindedir.
YENİ BİR ŞEHİR PLANLASAYDIM…
Atatürk’ün Ankara’daki kent
İlkeleri rehberim olurdu
- Dünyada en çok sevdiğiniz kent neresi? Neden?
- Bu sorunun yanıtı öznel değerlendirme yapmaya çok elverişli. Kuşkusuz, ben de çocukluğumun geçtiği, güzellik ve kimlik özelliklerini yitirmemiş olan, sokaklarının anılarımla yüklü olduğu Trabzon’un adını zikredebilirim. Ortahisar, Lise, Vali Konağı, Boztepe, Manastır, Uzun Sokak ve benzerleri kentin yakın tarihlere değin gereği gibi korunabilmiş kimlik öğeleriydiler. Tarih, mimarlık ve kültür özelliklerini ve yaşanabilirlik niteliklerini yakından tanımak fırsatını bulduğum şu kentlerin de listede yer alması şarttır: Roma, Venedik, Berlin, Oslo, Kyoto, Barcelona, Montreal, Viyana, Marsilya.
- Yaşadığınız kent neresi? Bu kentin en çok hangi özelliğini seviyorsunuz?
- 70 yıldır Ankara’da yaşıyorum. Ama bu uzun süreç içinde tek ve değişmez bir Ankara’dan söz etmek olanaksızdır. En sevdiğim özelliği, evden 30 dakikada fakülteme gidebilmekte olmamdır. Kentin sevdiğim birçok özellikleri 1990’ların ortasından 2000’li yılların ortalarına gelinceye kadar, Mimarlar Odası Ankara Şubesi’nin “Enkaz” başlıklı bir kitabında haklı olarak vurgulandığı gibi gözden çıkarılmış ve enkaza dönüştürülmüştür.
- Eski bir tarihi şehirde mi, yoksa yeni ve modern bir şehirde mi yaşamayı tercih edersiniz? Neden?
- İdeal olan, bir kentin sözünü etmiş olduğunuz özelliklerden her ikisini de bünyesinde barındırmasıdır. Karma niteliklere sahip olanını yeğlerdim.
- Yeni bir şehir tasarlamak mümkün olsaydı ilk gerçekleştireceğiniz adım ne olurdu?
- 1923’te başkent olmasının ardından, gerçek devlet adamı Atatürk’ün ve arkadaşlarının Ankara’yı planlayacak olan yabancı plancılara ve mimarlara verdikleri çağdaş kent ilkeleri rehberim olurdu. Bildiğiniz gibi, kentin tarihsel ve arkeolojik değerlerinin korunmasının yanı sıra açık ve yeşil alanların alabildiğine artırılması bu tasarım ilkelerinin başında yer alıyordu.
100 kitap 100’lerce makale
- Kent üzerine kaç kitap yazdınız? Şu anda üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı?
- Kuşkusuz başta Türkçe olmak üzere, İngilizce, Japonca ve Fransızca olan 100 kadar kitabımın çoğu doğrudan doğruya, bir bölümü de, yerel ve bölgesel demokrasi, yerel özerklik gibi, dolaylı olarak kentlerle ilgidir. Kentle ve kentleşmeyle ilgili bilimsel makalelerimizin sayısı ise 700’ü geçer. Bugünlerde daha çok mevcudu kalmamış olan ve ders kitabı niteliğinde olanların yeni baskıları üzerinde çalışıyorum. Zaman zaman da çevre politikasına ilişkin çeviriler yapmakla vaktimi değerlendiriyorum.
- Sayın Ruşen Keleş Hocam, bizleri kırmayarak bu çok önemli röportaj davetimizi kabul ettiğiniz için çok teşekkür ediyorum.
- İlginiz için asıl ben teşekkür ederim…
RUŞEN KELEŞ KİMDİR
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi (SBF) ve Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. 1965’te doçent, 1971’de profesör oldu. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde iki dönem (1971-1975) dekanlık yaptı. ABD ve Japonya’nın çeşitli üniversitelerinde araştırmacı ve konuk öğretim üyesi olarak bulundu. AÜ SBF, ODTÜ, TODAİE, Bilkent Üniversitesi, Doğu Akdeniz Üniversitesi’nde kentleşme, yerel yönetimler, kentsel siyaset, çevre ve konut politikaları üzerine dersler verdi. Halen AÜ SBF’de öğretim üyesi olarak derslerini ve akademik çalışmalarını sürdürüyor.