Oysa dereler, denizler kadar çok değil, dağ gibi toprak gibi bol değil, sadece bir su damlacığı kadar mutluyduk. Şimdi azıcık mutlu olunca bile, yaptığımızdan utanır olduk. Gülmekten, sevmekten ve sevişmekten… Yaşıyor olmaktan utanır olduk. Hiçbir şey diyecek gücümüz, yüzümüz, sesimiz yok... Bu yaşam ve ödenen bedel karşısında…
Biri kırmızılar içinde, tatlı mı tatlı yüzüyle gülümsüyor. Gözleri parlıyor şirinlikten. Diğeri küskün yüz ifadesiyle hayata düşünceli bakıyor. Bir diğeri daha çocuk… Bıyığı bile yok terlesin. Beyazlar içinde bir kız. Kedileri besliyor. Kışın yuva kuruyor evinin içine, yazın kapısının önüne su koyuyor. Bir çocuk daha var. Deniz Gezmiş abisini çok seviyor. Onun ki gibi bir parkesi de olsun istiyor hani. Tezgâhtar ‘’Çok yakıştı’’ dese de etiket fiyatı pis pis sırıtıyor yüzüne. Parası yok almaya. Olunca da o gidip o parkeyi değil, çocuklara oyuncak almayı tercih ediyor. Böyle yürekli.
Öyle güzel bakıyordu ki hayata, zoruna gidiyor devletin boğuyor biber gazına. Gezi direnişinde bir polis, nişan alıp atıyor gaz fişeğini, saplıyor gözüne kör ediyor o genci. Gözüne ışıltı, yoluna yoldaş, hayatına eş olmak için elinden tutuyor sevdiceği, hiç bırakmıyor hastane odasında. Suruç sonu oluyor bu güzel sevginin. Çocuk Gezi’de gözünü Suruç’ta sevdiceğini ve bacağını kaybediyor. Daha haberi yok. Söylemeyin demiş doktorlar. Sevdiceği, yıldızlar kuşanıp, bu lanet yeryüzüne zaten hiç yakışmayan o güzel gülüşünü alıp gidiyor. Bize gözyaşı armağan ediyor yine tarih. Ogün geliyor buna benzer 32 tane farklı yaşanmışlıklar son buluyor. Ve artık hayat bize, gittiğimiz yerden belki bir daha dönemeyiz diye, Son sözlerimizi önceden söyletiyor.
Yamuk burunlu bir çocuk geliyor ekrana. ‘’Uy diyorum’’ içinden ‘’bu uşak bizim orali.’’ Çıkarttım çıkartacağım derken yanı başında bir bomba patlıyor. Trabzonsporlu bilekliğinden tanınıp, adı ölüm defterine öyle yazılıyor. İki insan yerde el ele tutuşuyor. Bırakıp gitmesin diye biri diğerini eller hayata tutunur gibi birebirlerine kenetleniyor. Biri ‘’Sen kal ben giderim’’ diyor sanki. Kalana ömrünü veriyor.
Etrafa saçılmış telefonlar görüyorum. Kırmızıya boyanmış çantalar. Üzerine kan sıçramış nüfus hürriyetleri. Aslında onlar bile açıklıyor her şeyi. Bu ülkenin vatandaşı olmak üzerinde kan lekesi taşımakla eş değerdir. Ve yaşamak ölmek kadar beterdir. Parçalanmış eller görüyorum sonra. Parçalanmış kollar, parçalanmış bedenler… Parçalanmış hayatlar görüyorum. Parçalanmış zamanlarda. Ve parçaladıkları gazetelerle örtülüyor ölülerimizin üzeri. Ve hesabını soracağımız deyip soramadığımız yüzlerce faili bilinen faili meçhul biriktiriyor, bize hep borç yazan muhasebe defterleri.
Parçalanmış çantalarından oyuncaklar fışkırıyor. Küçük bez bir top. Siyah burunlu bir ayıcık, uzaktan kumandalı bir araba, bir uzaktan kumandalı araba daha. Gerçek bebekler için oyuncak bebekler vardı torbalarında. Sevgi vardı sevgisizlikten çatlayan yüzlere. Okşayıcıları vardı başları için. Öpücükler doldurmuşlardı her an elimizin altında olsun diye çantalarının ilk gözlerine. Ellerinde silahları yoktu. Oyuncakların arasında bile silah yoktu. Silah sesleriyle büyüyen, silah seslerinden sonra öldürülen çocuklara müzik aletleri götürülüyordu. Fakat silah taşıyan tırların geçişi için her türlü önlemi alan devlet oyuncak taşıyan gençlerin ölmesine göz yumuyordu. Sonra eli kanlı katiller pimi çekiyor cennete gide bilmek adına yeryüzünü cehenneme çeviriyordu.
Sonra gün geçiyor, insan unutuyor, her şey normale dönüyordu. Derken bir katliam daha oluyordu. Bir katliam yüz ölüm daha. Sıradanlaşıyordu her şey. Her şeye yavaş yavaş alışılıyordu. Ve artık benim ülkemde o kadar çok ölüm oluyordu ki, neredeyse sadece katliamları protesto etmek için eylem yapılıyordu. Yetsin diye. Bitsin.