Ordaydık. Bir sabahın serininde, kente yeni gelmişlerin misafirliğinde, bir belkinin kıyısında, garın yakınında, uzağında, garın içindeydik, halaya duran arkadaşlara bakacak sonra sonbahar güneşinde gökyüzüne bir dilek balonu uçuracaktık. Ordaydık. Unutulmuş bir kardeşliğin dilini arayacaktık, uzun sürmüş bir savaşın paramparça ettiği bir ortaklığı yeniden çağıracaktık. Seslerimizi birleştirip, ‘barış’ diye bağıracaktık. Ordaydık. Henüz gelmeyenle henüz gitmeyenin buluştuğu noktadaydık. Ekim geçmedi, tren durmadı, kimse gelmedi, kimse gitmedi, korkunç bir fısıltıya döndü haykırışlar, sesler bölündü, kimse kimseyi kucaklayamadı, ardından mendil sallamadı, indi sonbahar güneşi, kent karanlıkta kaldı.
Ordaydık. Şahitliği sadece utançtan yapılmış bir çağın yakınında, ümit ettiğimiz her şeyin çok uzağında, koyu bir uğultunun ortasındaydık. Ordaydık.
Garın uzağında, yakınındaydık, bir kentin kıyısında, uçurumundaydık, bir kıyımdan arta kalandık, bıraksalar bir sonbahar güneşinde kentin göğüne bir dilek balonu uçuracaktık.
Kapısına bir bardak su için gelen meleği öldürmüş gibiydi kendi bahçesinde oynayan çocukları öldürmüş gibiydi kent, kapıları kapandı, bir daha açılmadı. Ordaydık.
Şahitliği utançtan bir tarihin içindeydik, akmayacak bir zamanın ortasında kilitli kalanlardık, havaya yükselen çığlıkların, bir daha birn araya getiremeyeceğimiz bedenlerin içindeydik. Rüzgâr topladı sesleri, işiten kulakların göğüne bıraktı, sakladı bulut kayıp parçaları, hatırlatsın diye yağmura kattı. Ordaydık. Akmayacak bir zamanın ortasında, gitmeyecek bir trenin içindeydik. Bıraksalar hep birlikte, ‘barış’ diye haykıracaktık.
Ankara garındaydık, vedalaşamadık, karşılamadık, ekim’in onuydu, sonbahar güneşi vardı, elimizdeki beyaz mendiller kana bulandı. Bıraksalar, birbirimizin elini hiç bırakmayacaktık. Ordaydık.