Napoleon Bonaparte soylular ile birlikte Paris’te bir toplantıya katılır. Şık ve zengin giyimli kadınlar erkekler, duruş ve tavırlarıyla birbirinden aşağı kalmamak için yarışırlar. Başlar dik, omuzlar geride, ağır ama bir o kadar küçümseyici mimiklerle hareket ederler. Bir süre sonra kendilerini Napolean’a tanıtmaya başlarlar ve uzun uzun soy ağaçlarını mağrur tavırlarıyla anlatırlar. Hepsi asaletini soyundan almıştır. Sıra Bonapart’a gelir “ Ben Napoleone Bonapart, asalet benim adımla başlar!” diye girer söze.
“Asalet benim adımla başlar!”
Napoleone, böylesi güzel bir sözle, soyunun gölgesine sınan insanlara gönderme mi yapmıştı, bilmiyorum ama asalet, para veya herhangi bir güç, gecenin karanlığı gibi bütün çirkinliklerin üzerini örtüp haklar kazandırırken; yoksulluk insanları haklardan mahrum, kimsesiz ve çırılçıplak bırakıyor.
Ve maalesef insanlığın var oluşundan bu güne dek, aynı adaletsizlikler hep yaşanagelmiş.
Tarih içinde peygamberler, adını bildiğimiz ve bilmediğimiz binlerce düşünür, eylem adamı, bu adaletsizliklere karşı mücadele verse de alabildiğimiz yol, bugün gördüklerimiz, yaşadıklarımız, duyduklarımız kadardır.
Tarih bile ülkeleri, büyük kahraman ve ünlü hainleri konu edinirken, sıradan insana dokunmadan geçiyor. Sanki onlar hiç yaşamamış, bu dünyanın hiç yolcusu olmamış gibi.
Oysa tarihin dışına atılan milyarlarca insanın kendi hikâyesi var ve her biri kendi hikâyesinin kahramanı oluyor. Bilinen tarih bu insanlara hiç yüz vermezken, onlar sessiz sedasız, sadece kendileriyle başlayan ve biten gerçek tarihlerini yaşıyorlar.
İnsan öykülerinden, en çok kadın öyküleri dikkatimi çekiyor, bu günlerde. Çünkü birçok kadın sadece tarihin değil hayatın da dışında bırakılıyor. Öznesi olabildiği bir hikâyenin sahibi değil, daha çok başkalarının hikâyesinin nesnesi ya da aracı pozisyonundalar.
Doğu dünyasının en meşhur kadını Leyla bile, Mecnun’u anlatmanın aracıdır. Aslı Kerem için, Şirin Ferhat için vardır. Halkın ortak anlayışla oluşturduğu bu hikâyelerde, kadın durağan ve sessizdir. Kadının çektiği acılar neredeyse hiç dile getirilmez, onun iç dünyası görünür kılınmaz. Bu hikâyelerde bile halk, kadına karşı sağır, dilsiz ve ilgisizdir. Onu herhangi bir biblo gibi o mekândan bu mekâna taşırken, ona kendi fikri ve duygularıyla hareket etme, eyleme geçme şansı tanınmaz. Kadın, sabır taşını bile çatlatacak bir ‘sabır objesi’ olmak durumundadır. Ve kadının saygın olabilmesinin tek yolu da budur.
Bu gün bile toplum anlayışı pek değişmemiştir. O yüzden yaşadığı hayata itiraz eden kadını kocası hak ettiği için öldürüyor, hak ettiği için dövüyor, hak ettiği için çeşitli yöntemlerle cezalandırıyor, bütün bunlar hak ettiği için toplum tarafından fazlaca yadırganmıyor, hak ettiği için devlet ciddi önlemler almıyor.
Hal böyleyken, fiziksel şiddet görmese dahi, hayatın ona yüklediği rol ve sorumluluğun ağırlığında çoğu kadın mutsuz ve huzursuz yaşıyor.
Uzaktan bu mutsuzluğun fark edilmesi neredeyse imkânsız. Çok güvendiği kişiler dışında, kolay kolay dertlerini kimseyle paylaşmıyorlar. Üstelik kadın toplantılarında, belli belirsiz “ben daha mutlu bir hayata sahibim yarışına giriyorlar.” Çünkü biliyorlar ki aslında çoğu kadın mutsuz ve tek mutlu olma yolları, bir diğerinin mutsuzluğundan mutlu olabileceği bir pay çıkarmak ve hiçbir kadın bu fırsatı başka bir kadına vermek istemiyor.
Fakat ilginç olanı, hastalıklarını abarta abarta paylaşmaktan çekinmiyorlar. Kim daha mutlu yarışı gibi, kim daha hasta yarışına da giriyorlar. Hastalıklarının çoğu baş, boyun, bel, diz, kol ve kalp ağrıları.
Özel hikâyelerini öğrenebilmekse çok zor ama öğrendiğinizde, inanması güç trajedilere, travmalara rastlıyorsunuz. O an ne ülkelerin ne kahramanların tarihi ne de başka insanların asalet yarışı önemli kalıyor. Bu kadının tarihi işte bu yaşadıklarıdır, diyorsunuz, onun için başka tarih yok.
Aynen kendisini yok sayanlar gibi o da başkalarını yok sayıyor.
O kadın için asalet de tarih de, onunla başlayıp onunla bitiyor.