Yorgun işçi omuzlarıyla işten eve gelip küçük dünyamın karanlığından sıyrılmak ve başka yaşamların dünyalarına yüzümü çevirmek istediğimde, bir belgesel kanalını izlerken bunulurum kendimi. Sağ olsun kapitalizm elimizden çaldığı hayalleri belli bir reyting karşılığında izleme hakkı sunuyor bize.
O gün de böyle oldu. İlk olarak, doğada bir başlarına kalmış iki insanın yeme, içme, ısınma ve barınma ihtiyaçlarını var olan imkânlar ve yetenekleri dâhilinde nasıl karşıladıklarını izledim. Peşine bir veteriner kliniğinde tedavi edilen hayvanların belgeseli çıktı. Ülkemizin hastanelerinde, içtiği suya kadar vergisini ödeyen insanlara gösterilmeyen ilgi o belgeselin çekildiği ülkede hayvanlara gösteriliyordu. Sonra farklı ülkelerin kültürleri ve tarihi üzerine gezi yapan başka bir belgesel daha izledim. Ve o günün sonunda yeni yerler tanıyıp, yeni insanlar keşfedip, ufkumun genişlediğini hissettim.
Ertesi gün ulusal kanallar arasında gezinti yaparken isimleri, karakterleri, konuları dahi birbirinin benzeri olan dizilerin işgaliyle sulandı beynim. Bir kanalda oynayan dizide fakir kız zengin oğlana âşıktı. Diğer kanala geçtim. O kanalda ki dizide de fakir kız zengin oğlana âşıktı. Sonra ki kanal ve bir sonra ki. Lüks hayatlar, lüks arabalar, mutfakta aşçılar, dışarda korumalar, bahçede bahçıvanlar ve evde hizmet eden uşaklar. İlk kavgayla ve nefretle başlayan tanışıklıklar sonra aşkla biten yaşanmışlıklar. Her biri birbirinin aynısıydı. Kapitalizm yaşayamayacağımız o lüks hayatlar karşısında bize istediğimiz diziyi seçip, istediğimiz karakteri beğenme ve ona özenme hakkı veriyor, jön olan kızın yada erkeğin yerine kendimizi hayal ettirerek güzelim düşlere sevk ediyordu.
Çocukluğumuzu büyüttüğümüz Yeşilçam filmlerinde de senaryo hep aynıydı. Fakir işçi kızı, fabrikatör Necmi beyin çocuğuna aşık olur, bu imkansız aşk bir şekilde mutlu sonla hallolurdu. Yada Fakir çocuk zengin kıza aşık olur, ilk başta fakir çocuğu hor gören zengin kız yaşadığı kötü bir olay karşısında fakir oğlanın yiğitliğine aşık olur ve film seyircinin gözyaşları eşliğinde mutlulukla son bulurdu.
İşte böyle bir dönemde, İstanbul’un varoş mahallelerinde, el arabası tezgâhında kaset satan işportacının teybinden bir şarkı yükseliyor, tokat gibi çarpıyordu umut taciri Yeşilçam filmlerine. İşportacının tezgâhından havalanan o şarkı dilden dile yayılıyor, açık pencerelerden evlere dalıyor, aşkına karşılık bulamayan işçi çocuğu o şarkıyla avunuyordu. Şarkı aşkına karşılık bulamayan emekçi kızın dudağında ki ıslıktan çıkıyor, evlerden meydanlara iniyor, miting alanlarında bangır bangır bağırıyordu. O şarkı tabi ki Cem Karaca’nın ‘’işçisin sen işçi kal’’ diyen ‘’Tamirci çırağı’’ şarkısıydı.
Şimdi bütün kanallarda bizden olmayan, bizi anlatmayan, zengin kız fakir oğlan, fakir oğlan zengin kız dizileri dolaşıyor, ülkemin insanı da keyifle izleyerek yaşamak istedikleri hayatın düşlerine dalıyor, kurtuluşu kendi ellerinde, mücadelesinde değil, televizyon kumandalarında zaping yaparken arıyor. Ve devran böyle devam ettikçe düzenin sonu gelmiyor. Cem karacanın da dediği gibi ‘’ Ümit gönlümün ekmeği umar ha umar umar’’