İnce Memed romanını yıllar önce elime aldığımda okuyamamıştım. Sıkılmıştım. İki yıl önce tekrar okumayı denemiştim ama yine başaramamıştım. Yaşar Kemal’in diğer romanlarını da okuyamadım. Onu tanıyabilmek için, farklı kitaplarından alıntılarla oluşturulmuş, “İyi Şeyler Üzerine”adlı kitabıyla, birkaç röportajını okumuştum.
Yaşar Kemal’in romanlarından etkilenmemem, bazı okuyucuları şaşırtabilir. Kendi açımdan haklı olduklarını söyleyemem, çünkü bir kitap edebi ve kültürel açıdan çok değerli olsa bile, okuyucu ve roman arasındaki ilişki, kolay açıklanabilir netlikte değildir. Biraz karmaşıktır, yani.
Her edebi eser, her okuyucu tarafından beğenilmeyebilir. Okuyucunun beğenisi o kitapta ne aradığı ve ne bulduğu ile ilgilidir. Ayrıca okuyucunun ruh hali, kültür düzeyi de okuduğu kitapların beğeni derecesini etkiler. Bazen, yıllar önce okuyup çok beğendiğiniz kitabı yıllar sonra okuduğunuzda beğenmeyebilirsiniz. Bunun tam tersi de olabilir. Demem o ki, okuyucu ve kitap arasındaki ilişki, ifade edilmesi zor ve girift bir ilişkidir.Bir okuyucunun kitabı beğenip beğenmemesinde bir çok etken rol oynayabilir. Onun içindir ki, bir kitabın değerini okuyucu değil eleştirmenler belirler. Okuyucular ancak beğenilerini belirtip kişisel olarak kendileri için değerini ortaya koyabilirler.
Galiba ben, köy romanları okumaktan, hele de yöresel ağızla yazılmış romanlardan pek haz etmiyorum. Yaşar Kemal’in, Anadolu dilini çok büyük bir ustalıkla kullanması da benim İnce Memed’i okuyup bitirmeme yetmedi.
Sorun benimle ilgiliydi. Herhalde ağalar sömürüsünün olduğu bir köyde büyümediğimden olsa gerek. Ağalar, sömürü ve İnce Memedler benim yaşadığım köye yabancıydı.
İnce Memedleri değil ama, ağaları da, sömürüyü de, yalanı, dolanı, talanı, ezenleri, ezilenleri de, ilk kez şehirlerde gördüm, ben. Hem de en rafine biçimleriyle.
Cahit Külebi’nin “Benim Doğduğum köylerde” diye başlayan şiiri gibi, benim doğduğum köylerde, insanlar kaba-sabaydı, bakımsızdı, çok fakirdi ama yardımlaşırdı, paylaşırdı. Kimse kimsenin ağası değildi. Az ya da çok herkes kendi toprağının ağasıydı.
Çocuklar, ağa dayakları yemezdi, dayak yerse de ağalardan değil anne-babalarından yerlerdi, onlar tarafından aşağılanırlardı. Aile içi ilişkiler dışında, benim köyümde kimse kimseye hükmetmezdi. Komşu aç bırakılmaz, kapılar kilitlenmezdi. Fakir gençler elbirliği ile evlendirilirdi.
Hiçbir dini ve etnik ayrıma da rastlamadım. Alevi-Sünni, Kürt-Türk ayrımlarını üniversitelerde fark ettim, desem bana inanmakta zorlanabilirsiniz.
Yetmişli yılların sağ-sol davalarını saymazsam ayrımlardan, korkulardan, kaygılardan uzak, çocukluğumuzu doyasıya yaşayarak büyüdük diyebilirim. En azından ben öyle büyümüştüm.
Şehirlerdeki yaşam çok daha kaotik ve ilginç gelmişti bana. Hala da öyle. Çelişkilerle dolu şehir yaşamı.
Yalnızlıkların, uyumsuzlukların, yabancılaşmaların, dolandırıcılıkların, talanların, dönekliklerin, direnmelerin, tutkuların, hayallerin, yenilgilerin, kazançların hası şehirlerde yaşanıyor.
Değişen ekonomik ve toplumsal değerler, sosyal ilişkiler, bu ilişkilerin ve mekânların insanlar üzerindeki etkilerini anlatan eserler, her zaman daha çok dikkatimi çekmiştir. Şehirlerdeki yaşam koşulları insanları, aileleri çok derinden etkiliyor. Belki bu yüzden, Orhan Kemal’i Yaşar Kemal’den daha büyük bir zevkle okuyabilmişimdir.