Bu kadar yalanın döndüğü, yalan söylemenin meziyetmiş gibi itibar gördüğü bir dönemde sık sık yalan kavramı üzerinde yazacağım galiba.
Hayatımızın her döneminde yalancı insanlara rastlamışızdır. Ancak son dönemlerde hem Türkiye siyasi yaşamında hem de toplumun her alanındaki ilişkiler düzeyinde yalanlar ve yalancı insanlarla o kadar çok karşılaşır oldum ki ciddi ciddi bu konu üzerinde düşünmeye başladım.
Önceleri bireysel bir kişilik sorunu diye baktığım ‘yalancılılık’ kabul gören, hatta ödüllendirilen bir toplumsal hastalığa, neredeyse mesleğe dönüşmüş durumda. Benim hala hastalık diye nitelendirdiğim ama artık birçok kişinin ‘yalan söylemem gerekirdi, ne yapsın yalan söylemek zorunda’ düşünceleriyle olumlulaştırdığı bir davranış biçimi haline geldi. Yalancıların çoğalıp yalancılığın normalleştiği bir dönemde ne yazık ki dürüstlük, artık kabul görmeyen acınası, hatta cezalandırılan ‘anormal’ bir davranış şekline dönüşmüştür.
Köprüden geçinceye kadar ayılara bile dayımsın gibi davranmak, ‘aman benim işim olsunda başkası beni ilgilendirmiyor’ demek, bizi sokmayacak yılanın bin kez yaşamasını dilemek; son derece olağan ve hatta bir insanda olması gereken becerilere(!) dönüştü. Yalanı ne kadar çok başarırsanız o kadar çok açıkgözlü ve zeki(!) olarak kendinizi tanımlıyor ve tanımlanıyoruz. Zaten artık, her şeyin maddeleştiği bir ortamda aranan özellik de, bu.
Eğer, Türkiye’nin bu dönemine, hem siyasi hem de sosyo- kültürel anlamda bir ad verilmesi gerekseydi, ben bu dönemin adını “YALANA GÜZELLEME” dönemi koyardım.
Her millet kendi kültür ve zihniyet yapısından beslenerek birbirinden farklı evreler yaşıyor. Ve bu evreler toplumun büyük bir çoğunluğunu kavradığı için, birey olarak yapılacak pek de bir şey kalmıyor, ne yazık ki.
Yapılan adaletsizlikleri, zulümleri gördükleri halde, kimseye zarar vermeden yaşamak isteyenlerin tercihi de daha çok ‘görmedim, duymadım, bilmiyorum’ oluyor.
Oysa, Konfiçyus “bir adaletsizliği görüp susuyorsan korkaksın” derken, dinimiz de “zulme karşı susan dilsiz şeytandır” diyor. Kitaplar bu güzel cümleleri söyleye dursun, gerçek hayatta yaşananlar tam tersi şeyler öğretiyor bizlere.
Yalancının mumu yatsıya kadar yanar sözünde olduğu gibi, yalanların ve yalancıların bir gün mutlaka ortaya çıkacağı tezine de pek katıldığımı söyleyemem. Kaldı ki yalanın ve yalancının itibar gördüğü, ödüllendirildiği ve hatta korunduğu bizim gibi Ortadoğu ülkelerinde, yalanın ve yalancının deşifre olmasının hiçbir olumsuz tarafı da yok. Bu yalancılar ancak güçlülere dokunup zarar verirse, yalancı olarak cezalandırılabilir.
Muhtemel ki, hukukun ve adaletin üstünlüğünü oturtmuş, kim olursa olsun insana değeri büyük ölçüde içselleştirmiş ülkelerde yalan ve yalancılar bu kadar itibar görmezler.
Hukuk ve adaletin, güçlülere hizmet eden araçlardan öte bir şey olmadığına inandığım üçüncü dünya ülkelerinde, doğruların oldukça eziyet çekeceğini de tahmin ediyorum. Hal böyle olunca, bu gibi ülkelerde; Konfiçiyus’un ‘korkak’, dinimizin ‘dilsiz şeytan’ dediği, ‘etliye sütlüye karışmamak’ veya ‘elini suya sabuna dokunmamak’ erdemli davranış şekillerine dönüşüyor.
Erdemlilik kabulünün bu kadar aşağılara indiği toplumlarda özellikle ‘AHLAK’ kavramının bilim otoriteleri tarafından ciddi ve sistemli bir şekilde tartışılması gerekliliğine inanıyorum.