Kadının varlığına katlanamayan beyin; elbette onun yazmasına, okumasına, düşünmesine de karşı olacaktır.
Virginia WOOLF
***
Bu bir yüzleşme yazısıdır. Kadınlar kitaplarda, şiirlerde, aşklarda, beylik sözlerde romantik yerini buluyor. Vitrin dünyasında hepimiz kadın hakları savunucusuyuz, başta kadınlar hemcinsleri için birer Amazon adeta.
Bugün kadının önce kadına destek vermediği, hatta eline geçen ilk fırsatta bir kaşık suda boğmak istediği, iftira ve dedikoduda yarışa girdiği, erkeğin kadın bedenine ve canına verdiği şiddet misali, karşısındaki kadının ruhuna yaptığı şiddeti de saymazsak; evde, iş hayatında, sokakta kadına en büyük zararın yine başka bir kadın tarafından yapıldığını hepimiz yaşıyoruz.
Gücünün farkında olup bu gücü pervasız harcayan bu eşsiz varlık için ülkemizde artık sadece erkek konuşmacıların haklarımızı korurmuş gibi paragraflarını dinlediğimiz, bir de üzerine kadına şiddet konuşmalarının alkış topladığı bir 8 Mart'a daha girdik. Fotoğraf karesinden, göstermelik şovlardan ve afiş tasarımlarından öteye gidemeyen sıradan günlerden biri kısaca, yazık ki…
Bireysel olarak bana her gün 8 Mart. Hemen her gün kadınlar için düşünüyor, kadınları dinliyor, cesaretlendirip, özgüvenlerini tamir etmeye gayret ediyorum. Kadınların kendi haklarını savunabileceğini yüksek sesle konuşmak feministlik ise, evet ben bir feministim. Kadınların eşsiz öz değerlerinin farkına varması için çalışıyorum. Erkeklere düşman ya da onları yok saymak değil niyetim, sadece olması gereken normal koşulları sağlamak her iki cins için. Bunu kullanan ideolojilerden, siyasi düşüncelerden ve çirkin karakterlerden derhal uzaklaşıyorum. Kadının kandırılmasına, baskı uygulanmasına, kullanılmasına, linç edilmesine tahammül edemezken, kadının hemcinsine ne kadar kuraldışı davranabileceğini deneyimlediğim için bugün hemcinsime dünden daha az hoşgörülüyüm...
Tarihe dönmek istemiyorum, anladıklarımın bir sonucu olarak kaleme alıyorum hislerimi. Yurdumun %50 sinin KADIN olduğunu bilerek ve bir cinsi nasıl yok saymak istediklerini görerek yaşayarak.
Bir kadın olarak kendi yaşadıklarım yanında, her gün haberlerle altüst oluyorum, ülkenin her noktasının üçüncü sayfa haberlerinin gündemi ile nasıl işgal ettiğine kızgınlıkla bakakalıyorum. Nişanlısı tarafından aile baskısıyla tecavüze uğramaktan son anda kaçıp kurtulan kız, öldürülen, tecavüze uğrayan kadınlar, sünnet edilme ihtimali olan kızlar, zorla evlendirilen kız çocuklar...
Alıştırdılar, bu topraklarda, kadınların gülümsemelerine söz ediliyor, diz kapağı ve perdesiz evler üzerine edebiyat yapılıyor, hamile kadınlara iffet öğretiliyor, kaç çocuk doğrulması bildiriliyor, kızlı-erkekli diye bir kavram ortaya atılıyor, inanç istismarı ile başlıklar yazılıp köklendiriliyor. Bu insanların içindeki şiddet eğilimleri fışkırıyor dillerinden, gözlerinden, seslerinden... Sevmiyorlar kadını, sevemiyorlar, sevmeyi bilmiyorlar... Siyasetçiler yön veriyor artık, işlerine geldiği gibi sözlere, hareketlere alıştırdılar bizi… Oy için, para için, koltuk için, ruhsal tatmin için, egolarını şişirmek için, ezikliklerini unutmak için, özgüvensizlikleri için, bedeni ihtiyaçları için... Biz kadınlar bunları biliyoruz, anlıyoruz, ses çıkarmıyoruz, vazgeçemiyoruz, haddini bildirmiyoruz, birbirimizi hançerlemekten fırsat bulup el birliği ile ses duvarını aşamıyoruz.
2008 yılında, aktivist bir kadın tarafından cinsel istismara karşı kurulan Femen grubunu hepiniz iyi bilirsiniz, tüm dünya ülkelerinde özellikle üstsüz yaptıkları protesto gösterileri ile “erkek odaklı topluluklarda” oldukça dikkat çekiyor, erkeklerin gizliden bıyık altı gülümsemelerine neden olurken, cinsiyet ayrımcılığına karşı şiddetle karşı çıkıyorlar. Bu grubu önemsiyorum, bu protestoları da önemsiyorum. Hatırlıyorum da geçtiğimiz aylarda üst yöneticilerin olduğu bir cemiyette bu konuda yaptığım bir ironi ile “kadın olarak benim ahlakımı” sorgulamaya varan bir hadsizlik yaşamıştım. Bunu dillendiren kişilerin kendilerini halktan ve aydın olarak lanse etmeleri de sanırım gerçek ironi oldu benim için. Ve bu olaya şahit olup, mevzuya ortak olan hemcinslerimi de bu vesile ile anıyorum… Gülsek mi ağlasak mı?
Gitmemiş olsanız dahi ekranlardan biliyorsunuzdur, hayal etmek kolay olacaktır. Roma sokaklarında yürüyorum, ünlü İspanyol Merdivenlerinin önündeyim. Bir merdivene sırtımı dayadım etrafı kesiyorum. Kilisenin kapısının önünde birbirine aşık olduğunu düşündüğüm genç bir çift öpüşüyorlar. Kiliseden yeni çıkmışlar belli. Sevginin aşk halini yaşıyorlar. O sırada içeri girmekte olan papaz çiftin yanından geçiyor ve başıyla selamlıyor çifti, yüzünde oldukça sempatik bir gülümseme ile. Çiftin ardından kiliseden çıkanlara dikkat kesiliyorum ve aldırmaz bakışlarla geçiyorlar yanlarından. Kimse bu sahneden rahatsızlık duymuyor. Ben de bu manzarayı uzaktan izliyor ve mutlu oluyorum biraz da kıskanarak. Bir anda aklıma Türkiye'de bir cami önünde bu çiftin öpüşme ihtimali geliyor. Hoşgörünün, sevgi ve toleransın mabedi olan caminin imamı öpüşen çiftin yanından geçerken ne der ne yapar ya da camiden çıkanların bu çifte tepkisi ne olur merak ediyorum. Sonra bunu hiç düşünmek istemediğimi fark ediyorum. Bu güzel manzaraya gerçekleri bulaştırmadan yoluma devam ediyorum.
İstikamet tarihi tren istasyonu, birlikte yürüdüğüm arkadaşıma soruyorum: İtalya geçmişine nasıl sahip çıkmasını bildi, bizim bir Haydarpaşa Tren Garımız var üstelik siz İtalyanlar için eski bile denemez; ama biz onu bile yakıp yıkmak istiyoruz, siz nasıl koruyorsunuz? “Zor ve disiplinli bir iş ama her elli yılda bir tamirat yaparsan dayanıyor” diyor. Ben de ona şunu söylüyorum: Biz Türkiye'de her elli yılda bir, ne varsa yıkıp yeniden yapıyoruz… “Sana bir çeşme göstereceğim, 500 yıllık bir geçmişi var bu çeşmenin” diyor. Tam da şehrin ortasında orada onca yıldır duruyor o çeşme öyle mi diyorum? Kimse sanatın içine tükürmemiş bunca yıl diye içimden geçiriyorum. Göğüs Çeşmesi’nden kana kana su içmek ve 500 yıldan beri oradan su içenlere o çeşmenin nasıl bir hoşgörü bahşettiğini ise ayrıca merak ediyorum. Hiçbir cinsellik yüklemeden nasıl başarmışlar bunu? Kentlerimizden birinin göbeğine ben de bir göğüs çeşmesi istiyorum. Onu oraya dikmek ve kentlerin çehresini kirleten bütün zevksiz yapıları oraya buraya serpiştirenleri kıskançlıktan afallatmak istiyorum belki de…
Kadınlardan beklentim hep çok yüksek oldu. Kadınların potansiyel enerjisi, hatalı iknalarla heba ediliyor toplumda, incitiliyor, aşağılanıyor. Bunu hararetle dile getirdiğimde, şaşırtıcı olan: erkeklerin bana karşı sustuğu ama kadınların bana tepki vermesi. 30 yıllık iş hayatımda erkek düşmanım çok olmadı, evet benden hoşlanmayan, şahsımı bilmiş bulan erkekler çok oldu ama rasyonel bakışları ile herkes kendi yolunda yürüdü. Ne yalan söyleyeyim, belden aşağı düşmanlığı kadınla tanıdım. Bakış açısının dar olduğunu söylediğim için bunu töre cinayetleri misali nefrete dönüştüren, ne pahasına olursa olsun yok etme içgüdüsüne gem vuramayan kindar kadın yöneticilerle çalıştım.
Aslında formül çok basitti: Kadın ilkel rekabetçi ruhu ile kendini göstermek isterken, erkek ilkel bedensel gücü ile varlığını hissettirmeye yöneliyordu. Bu savaş esnasında, kadın güle oynaya sildi kendini ve hemcinsini sayfanın TAM ortasından. Güzel-çirkin, yoksul-zengin, eğitimli-eğitimsiz, başörtülü-başı açık, fark etmeksizin kadınlar öldürüldü, taciz edildi, baskı uygulandı, aşağılandı, ayrım yapıldı, hakları yendi.
Tüm bunlar gözümüzün önünde bağıra bağıra olurken biz ne yaptık? Aman bana dokunmasın diye sustuk, mahalle duymasın diye içimize kaçtık, gazeteye düşeriz diye aklımız çıktı, makamımızı kaybederiz diye göz yumduk, kocam duyarsa-abim duyarsa-babam duyarsa korkusunda eridik, işimizi kaybedeceğiz diye sineye çektik, katillerimize duruşmada uslu durdukları için indirim yapmasınlar diye imza topladık, SUSTUK, konuşabilme seçeneğinin ne büyük tehlike yaratacağını bilmeyerek, SUSTUK…
Artık kendimizi kandırmayalım,
en azından kendimize samimi olalım
ve lütfen
KENDİMİZE GELELİM…
Not: Yazıda kullandığım bazı kuvvetli kelimeleri (feminist, kadın, iffet, tecavüz, tahrik, sünnet, femen, üstsüz, göğüs, aşk, öpüşme ) önyargısız okuyacağınızı tahmin ediyorum.