Anlatacağım öykü bir olay değil bir trajedidir, bu öykü bende büyük izler bıraktı. Hastaneler sürprizlere açık yerlerdir. Bir anda büyük olaylar patlar. Hiç çıkmadan birkaç yıl yattım. Bir doktor anlatmıştı; doğum sancılarıyla bir hanım gelmiş, doğum odasına girmez olaydım. On üç, on dört yaşlarında bir çocuk. Bu çocuğun içinden başka bir çocuğu alacaktık. Doğumdan sonra bir bebek sahibi olmak hiç sevindirmemişti onu. Yaşamak istemeyen bir hali vardı. Babasına bu bir çocuk, neden evlendirdiniz? diye sordum. Bana, sen karışma doktor bizim hayat düzenimiz bu dedi. Bu sözlerimden etkilenen eşi Zebella doktor bela mı arıyorsun dedi. Bölgenin ileri gelenlerindenmiş. Sevgili dostlar sizce bu evliliğin bir faydası olabilir mi? Topluma sizce bu evlilikten geriye ne kalabilir? Bence bir evlilikten akılda kalan, hatıra olan, güzel olan ve ruhu besleyen ilk tanışma, ilk bakışlar, söylenen güzel sözler, ilk bakışlar, kaçamak buluşmalar, küsmeler… Eşleri ölmüş insanlar yaşamışsa, bu güzellikleri anlatırlar. Bir evlilikten geriye aşağılanma, hakaret ve aldatma gibi kötü şeyler kalmışsa o evlilik, evlilik değildir. Anlatmaya çalıştığım bu öyküde aşk yok, sevgi yok, saygı yok. Konfüçyüs; insan soylu biri mi yoksa halktan biri mi olacak, zengin mi fakir mi olacak buna kendisi karar veremez diyor. Tartışılır, varlıklı bir ailenin çocuğu zengin olarak doğuyor, fakir bir ailenin çoçuğu da fakir olarak doğuyor. Sistem sorunu, imkân sorunu, adalet sorunu… İnsanları birbirlerinden farklı kılan şey zekâları, yaratıcılıkları ve öngörüleri. Filozoflarla krallar arasındaki fark da buradan geliyor. Yaratıcılık, zekâ ve erdem krallarda değil filozoflardadır. Bir İngiliz yazar Henry Esmond, dedesiyle çok övünen bir arkadaşına dedesinin ne iş yaptığını soruyor, adam dedem kralın çizme çekicisiydi diyor. Böyle insanlar da var. Psikolojimin çok bozuk olduğu zamanda kız kardeşim abi seni bu hastalıktan kurtaracak insanı buldum dedi, kim diye sordum. Kırklareli’nde bir hocaymış, dünyanın her yerinden insanlar geliyormuş. Maalesef gittik, genç bir hanımdı, yedi de bebesi vardı. Bu olayı anlattığım bir dostum, hayat bir oyundur ve iyi oynayan kazanır demişti. Rousseau Tolstoy ve Picasso hayattaki oyunlarını iyi oynadıkları için bugün hala anılıyorlar. Birkaç gün önce ‘Travestinin Günlüğü’ isimli bir yazı okudum. Bu öykü bu insanlara bakış açımı değiştirdi. Bu insanlara önyargılı davrandığım için utandım. Ne kadar cahilmişim, keşke bu halde olmasaydılar. Ama böyleler ne yapabiliriz? Keşke bu ülkede genelevler olmasa, sokakları doldurmuş olan seks işçisi kadınlar olmasa keşke çocuk bedenlerini satan yoksul kızlar olmasa keşke işsizlik, açlık ve yoksulluk olmasa eşitlik, kardeşlik ve barış olsa. Ben de sevmem, hiç kimse de sevmez. Dünyadaki en kötü iş cellatlıktır. Mecbur kalmasa hiç kimse bu işi yapmaz. 17. yy. Fransa’sında yaşanmış bir olay var. O dönemler suçlular büyük meydanlarda idam ediliyormuşlar. Yine bir meydanda cellat maktulün boynuna ipi geçirirken, kulağına sessizce, canını acıtırsam lütfen affet beni isteyerek yapmıyorum sizden özür diliyorum diyor. Dostoyevski’nin bu konuyu anlatan büyük bir öyküsü vardır. Kendi başından geçmiştir bu olay 1849 yılında. Yazarı okuyalım.