Geçim sıkıntısını saklayan bir toplumdan,
Geçim sıkıntısını dillendiren bir topluma nasıl geldik.
Eskiden insanlar ihtiyaçlarını karşılayamaz durumda olduklarında, yoksullaştıklarının bilinmesini istemez saklarlardı. Yoksulluğu bir beceriksizlik gördüklerinden olsa gerek, utanırlardı. Onurlu, gururlu, saygın bir toplum olduğumuza inanıyorum. Bu inancımı da korumak istiyorum.
Fakat günümüz koşullarında özellikle emekliler yoksullaşmanın acısını yaşamaktalar. Yoksulluğun mahcubiyetini aile fertlerine karşı yaşamaktalar. Bu mecburiyet onları geçim sıkıntısını yüksek sesle dillendirme mecburiyetine kadar getirmiştir.
Pazardaki halk, bakkaldaki halk, sokaktaki halk geçinemiyoruz diyerek feryat ediyor. En alttakiler emekliler olup feryat edince, onlardan birkaç bin fazla geliri olanlar, bir adım geriden ses çıkarıyorlar. Herhalde beterin beteri var diye düşünüyorlar.
İşçi işinden memnun değil,
İşsiz işsizliğinden ezik.
İşveren, iş bilen eleman bulamıyor.
Eleman bilmediği işe tecrübeli usta ücreti istiyor.
Atanamayan öğretmen atanmaya çırpınıyor. Memur, öğretmen ek gösterge ve maaş artışlarından memnuniyetsiz. Öğrenci öğretmenini, okul müdürünü katlediyor.
Hasta ve hasta yakını, hastane basıyor. Doktoru, sağlık personelini darp ediyor, katlediyor.
Sayabileceğimiz o kadar çok sorun var ki sayarken yoruluyoruz.
Her şeye rağmen gül gibi geçinip gidiyoruz! Desem! Dert çok, derman yok, yüreklerin kulakları sağır değil çünkü yürek yok. Bağıran çok duyan kulak yok.
Geçim sıkıntısı çeken vatandaş kuyuda.
Kral Zülgander’in hikâyesini bilir misiniz?
Zülgander’in sırrını, derdinizi, sırrınızı kuyuya söyleyin.
Sırrınız bir gün belki duyulur.
Kuyunun etrafında kamışlar biterse ve o kamışlardan kaval yapılırsa, üflendiğinde kaval sesi derdinizi ötecek.
O zaman yüce kral sesinizi duyacak.
Duydukları hoşuna gitmezse! Belki de kafanı vuracak.
Hikâye ile büyüyen toplumlar, hikâyeden yaşarlar.