“Her kadın gibi kurbanıydı toplumun, öteki idi. Ama köşesine çekilip acılarının öylece geçmesini beklemedi. Kendisi ile yüzleşirken aslında kadınlığı ile de yüzleşiyordu her fırçayla.”
İnanılmaz bir yaşam hikâyesi var Frida Kahlo’nun. Belki de yaşam mücadelesi denilmeli buna. Çünkü hayatı mücadelelerle dolu güçlü bir kadın Frida.
Her ne kadar günümüzde ismi feminizmle bağdaştırılıp feminizmin önde gelen isimlerinden biri olarak anılsa da bu biraz tartışmalı bir konu aslında. Babasının erkek çocuk istemesinden dolayı kendini bir erkek gibi yetiştiren bir kadındı o. Diego ile yaşadığı ilişkide de, kaybettiği çocuğunun hayali tasvirlerinde de içten içe yaşadığı cinsiyet baskınlığını hissedebiliyoruz. Yine de Frida Kahlo bütün o derin acılarının içinde diyor ki “Yürüyemezsem dans ederim.”
Tüm yaşadıklarına rağmen sergilediği duruşunun ve yaşama tutunuşunun örnek olmasını umuyoruz hepimize.
1907’de Meksika’da doğan Frida doğum tarihini, 3 yıl sonrasında Meksika devrimine denk gelen 7 Temmuz 1910 olarak kabul etti. Hayatı yeniliklerle dolu olduğundan belki de…
Frida’nın sağlık sorunları henüz 6 yaşındayken kendini gösterdi. Babasıyla çıktığı bir gezinti sırasında ağaç köklerine takılıp düşen Frida bu olayın sonrasında çocuk felci geçirdi ve maalesef bir ayağı topal kaldı. Bu olaydan sonra ona “Tahta Bacak Frida” dediler. Ama o bunlara aldırış etmedi. Frida Kahlo o günleri “Bir gerçek varsa o da bedenime acının ilk kez o gün girmiş olduğudur.” diyerek tanımlıyor.
Okul döneminde sanat, edebiyat, felsefe gibi alanlara yöneldi. İlerde Meksika’nın düşün yaşamlarının önemli isimlerinden anılacak Alejandro Gomez Arias, Jome Gomez Robleda, Alfonsa Villa ile tanıştı.
Tüm hayatını etkileyecek kazayı yaşadığında ise 18 yaşındaydı. 1925 Eylül’ünün 17’si idi. Sevgilisi Alejandro Gomez ile okuldan çıkıp eve dönmek için otobüse binmişlerdi ancak bir süre sonra Frida şemsiyesini unuttuğunu fark edince onu almak için indiler otobüsten. Frida şöyle anlatıyor “Beni perişan edecek o ikinci otobüse böylece bindik.”
Bir tramvayın otobüse çarpması sonucunda çok kişinin öldüğü kazada, demir çubuklardan biri Frida’nın kalçasına saplandı. Kazadan sonra tüm hayatı değişti. Hastaneler, doktorlar, ameliyatlar, korseler… Fakat Alejandro bu kazadan Frida’nın aksine fazla yara almadan kurtuldu. Ardından da yatağa mahkûm olan Frida’yı bırakarak aynı yıl ülkeden ayrıldı. Bir süre mektuplaşmaya devam ettiler ancak ilişkileri daha fazla devam etmedi. Kazadan 1 ay sonra hastaneden çıkan Frida, acı ve sıkıntıdan kaçmak için resim yapmaya başladı. Bağlı kaldığı yatağın tavanındaki aynaya bakarak otoportreler yaptı. İlk otoportresi “Kadife Elbiseli Otoportre”dir.
1927 yılının sonlarında yürümeye başladı. Bu dönemde resim çizmeye devam etti. Daha sonra bir arkadaşının vasıtası ile “Meksikalı Michalangelo” olarak bilinen Diego Rivera ile tanıştı. Diego Frida’nın resminin sadeliği ve özgünlüğünden çok etkilendi. Frida da Diego’ya karşı büyük bir hayranlık besliyordu. İlişkileri tabloları aştı ve romantik bir hal aldı. Diego ile Frida evlendi. Evlilikleri bir fil ile bir güvercinin aşkına benzetildi. Diego her ne kadar ona aşkı yaşatsa da en büyük acıları yaşatan kişi de yine oydu.
Frida daha sonraları Diego’yla olan ilişkisini şu cümlelerle anlatıyor: “Hayatımda iki büyük kaza geçirdim; biri Diego’ydu diğerinde ise bir tren az kalsın beni öldürüyordu. Diego kesinlikle çok daha yıkıcıydı.” Her ne kadar Diego’dan sadakat değil de bağlılık yemini istemiş olsa da Diego’nun sadakatsizlikleri canını yakıyordu. Bunu kabullenmek düşündüğü kadar kolay olmadı.
Frida’nın en çok istediği şeylerden biri de anne olmaktı. Ne yazık ki sağlık sorunların dolayı bu gerçek olmadı. Çektiği acıyı yine tuvale aktardı. Zaten Frida Kahlo’nun tablolarından her biri hayatının bir döneminden izler taşır.
1931 yılında Frida fotoğrafçı Nickolas Muray ile tanıştı. Muray, Frida’ya ilk görüşte aşık olmuştu. İnişli çıkışlı 10 yıllık bir ilişkileri oldu ancak daha sonra Muray, Frida’nın asla Diego’dan kopamayacağını anladı. Frida yalnızlığında çalışmalarına devam etti. Yurtdışında sergilere katıldı. Keyfi yerinde görünse de aklının, kalbinin bir köşesinde hep Diego vardı. Ona yazdığı bir mektupta ona olan duygularını şöyle tarif etmişti: “Seni sevmeye başladığı günden beri acı çeken bir yüreğim var.”
“Eskiyor bütün bedenler. Ama acı çeken bir yüreği var ise bedenin, daha hızlı çürüyor o beden. Benim acı çeken bir yüreğim var Diego. Seni sevmeye başladığım günden beri, acı çeken bir yüreğim var. Beni anlamadın demeyeceğim. Beni anladın. Zaten en dayanılmaz acı buydu. Sen beni anladın. Anladığın halde canımı yaktın Diego…”
1940’tan sonra sağlık sorunlarına bağlı acıları artarak boy göstermeye başlamıştı. Sağlık sorunların dolayı kangren olan bacağı kesildi. 1950’den sonra çoğu zaman tekerlekli sandalyeye ihtiyaç duyuyordu. Ancak bunların hiçbiri onu durdurmaya yetmedi. Son zamanlarda artan ağrılarına rağmen kendini resimlerine vermişti. New York ve Paris’te sergiler açıp, evinde öğrencilerine dersler vermiştir.
Akciğer embolisi denilen hastalıktan dolayı Frida 13 Temmuz 1954’te öldü. Kalıplara sığmayan bir sevgiydi Frida’daki. Ne hastalık ne hiçbir şey… Yalnızca ölüm durdurabilirdi Frida’yı. Öyle de oldu.