Onlar, 12 eylül faşist rejimiyle birlikte evlatları kaybedilen, onlardan bir daha haber alamayan ve varsa mezarlarını bile bilmeyen anneler. O annelerin 739. Haftaya gelen evlatlarını arayış direnişlerine, zaman içinde anneler yaşamını yitirdiği için kardeşler ya da birinci derecede yakınlar da katıldı.
Öylesi bir toplam ki, acılarını yaşamalarına bile izin vermeyen devletten sadece saygı ve anayasada yazılı haklarının korunmasını bekliyor, hepsi bu.
24 yıl önce 27 Mayıs 1995 tarihinde gözaltında kaybetme suçuyla yüzleşilmesi, hesaplaşılması ve adaletin sağlanması talebiyle İstanbul Beyoğlu’ndaki Galatasaray Lisesi önünde oturma eylemiyle seslerini duyurmaya başlayan Cumartesi Anneleri, bu süreçte hep baskıya ve zulme uğradı. Devlet, o analara hep ceberrut yüzünü gösterdi,
Ama, yılmadılar. Geçtiğimiz cumartesi günü gerçekleşen 739. hafta buluşmasında, ‘’Kötülüğe karşı iyilik, vicdan ve biz kazanacağız’ ifadeleriyle, bu arayışın bunca zaman kararlılıkla nasıl sürdürüldüğünü de kanıtlar kararlılıktaydı.
Peki, talepleri 25 yıl önce neydi, şimdi ne ?
Kısaca, kendi ifadeleriyle anlamaya çalışalım. Diyorlar ki;
“24 yıl önce 27 Mayıs 1995 tarihinde gözaltında kaybetme suçuyla yüzleşilmesi, hesaplaşılması ve adaletin sağlanması talebiyle Galatasaray’a çıktık. Acımızı dirence, öfkemizi kararlılığa dönüştürerek örgütlü kötülüğün karşısına dikildik. Hakikatin inkara, hak ihlallerinin cezalandırma yükümlülüğünün cezasızlık politikasına dönüştürüldüğü bu topraklarda; kayıplarımıza, hakikate ve adalete sahip çıktık.
Galatasaray’ı bir hafıza mekanına dönüştürdük. İnkar edilen, unutturulmak istenen kayıplar gerçeğini Galatasaray’da canlı tuttuk. Devletin kaybetme politikasını Galatasaray’dan yükselttiğimiz mücadeleyle durdurduk. Kaybetme suçunun ve kaybedilenlerin Galatasaray üzerinden kolektif bellekte yer alması için mücadele ettik”
İktidar bizim sesimizin duyulmasını istemiyor, çünkü iktidar da diğerleri gibi kaybetme suçunun faillerinin hesap vermelerini sağlayacak mekanizmaların kurulması yükümlülüğünü yerine getirmedi. Her demokratik talebi kriminalize ederek bu toprakları yalnız bizim için değil, insanca bir yaşam isteyen herkes için bir hukuksuzluk cehennemine dönüştürdü. Bu topraklardaki inkarın, cezasızlığın, adaletsizliğin devamcısı oldu.
Tüm baskı ve engellemelere karşı Galatasaray’a, kayıplarımıza, hakikate ve adalete sahip çıkmayı sürdüreceğiz. Hukuksuzluğa, cezasızlığa ve ağır hak ihlallerine itirazımızı sürdüreceğiz. İhtiyacımız olan tek şey umutsuzluğa kapılmadan vazgeçmeme kararımızı sürdürmek. Biliyoruz vazgeçmezsek eninde sonunda kötülüğe karşı iyilik kazanacak, vicdan kazanacak, biz kazanacağız.”.
Bunları söylemeleri için toplandıkları, sessizce oturma eylemi yaparak ülke ve dünya kamuoyunun dikkatini kayıplara çektikleri için Galatasaray Lisesi önündeki meydan ne yazık ki yasaklandı.
Ne yapsaydı bu insanlar ?
Kaybolan evlatlarını aramak yolunu seçmeseler miydi ?
Kayıplarını aramak için hukuki her yol tıkanması sonrası muhataplarına mesaj vermek için yan yana gelmeseler miydi ?
Ortak dertleri için örgütlü bir duruş sergilemeseler miydi ?
Köşelerine çekilip, beklemeyi ve o süre içinde sürekli kahrolmayı mı deneselerdi ?
Siz olsanız ne yapardınız ?
Kayıp evladınızı aramak yerine bekler miydiniz ?
Ya da, ‘Nasıl olsa kayıp. Elbet bir gün bir yerlerden çıkar gelir’ diye duyarsız davranıp bu insanlık trajedisinin üzerine bir bardak soğuk su mu içerdiniz ?
Bilir misiniz, bilemiyorum. O anaların yüreği yıllardır dağlanmış ateşin kor haliyle halen yanıyor. Ama, sadece kendi evlatları için değil. Kayıp edilen herkes için, ülkesi için, hak kayıpları için, zamlar ve zulümler için.
Ve, ‘Biz ölebiliriz ama bu arayış sürecek’ direnciyle gelecek konusundaki umutlarını taze ve diri tutuyorlar.
Selam olsun o yürekli analara…