CEZAEVİNE GİRERKEN…(II)
Parmaklıklar Ardında dizisinde gördüğümüz, demir kapıdan içeri giriyoruz. Bizim gibi gezen birkaç insana rastlıyoruz. Türkiye’nin en ünlü cezaevlerinden olması boşuna değil elbet.
Sinop Cezaevi, Sinop Kalesi içine, E biçiminde yapılmış kalın ve yüksek taş duvarlarıyla dikkat çekiyor. Heybetli yapısı, ziyaret için gelenleri bile ürpertiyor. Kalenin içine yapıldığı yetmiyor gibi, bir de büyük bölümü denizle çevrili. Hem de dalgalarıyla ünlü Karadeniz.
Evliya Çelebi, Seyahatnamesinde buraya en azılı mahkûmların getirildiğini yazıyor. Sabahattin Ali’nin, Refik Halit Karay’ın nasıl bir ‘azılı’ hali vardı, anlamakta zorlanıyorum.
Zindanlardan koğuşlara, idari binalardan hamamlara, hücrelerden görüş kabinlerine kadar her yeri geziyoruz. Koğuşlar çok büyük, çoğu karanlık ve iç karartıcı. Küçük pencereler koca koğuşları aydınlatmaya yetmiyor. Her koğuşta bir de soba bacası var ama kışın ısınabildiklerine pek ihtimal vermiyorum.
Avluya çıkmak için merdivenlerden inerken, dikkatli olmaya çalışıyoruz. Galiba, fazlaca inilip çıkılmaktan, merdivenler iyice aşınmış.
Volta attıkları bahçe duvarlarına dikkatle bakmaya çalışıyorum, taşlara kazıdıkları bir şeyler var mı, diye. Hiçbir şey göremiyorum, sert bir cisimle kazınmış ‘1932’ tarihinden başka.
Deniz tarafındaki en son bloktan içeri giriyoruz. Sabahattin Ali’nin yattığı koğuşu ok işaretleriyle gösteriyorlar. Kimler nasıl yaşadı, ne acılar çekti, kimin nasıl bir öyküsü vardı, derken oklarla işaret edilen koğuşa yaklaşıyoruz. Her merdiven başına Sabahattin Ali’nin farklı şiirlerini asmışlar. Hepsi A4 kâğıtlara yazılmış, sararmış, yıpranmış. Üzüldüm. Daha özenli davranılamaz mıydı, diye geçirdim içimden. Sonra, her şeyde olduğu gibi, şair ve yazarlarımızı siyasete kurban gidişlerini hatırladım. Yazık, dedim, çok yazık!
Şiirleri tek tek okuyarak merdivenleri çıkıyorum, bir kez daha, ne güzel şiirler yazmış, diye geçiriyorum içimden. Koğuşuna varıyorum. Girişine asılmış küçük bir biyografisi var. Koğuş kapısı demir parmaklı ve kilitli. Parmaklıklar ardından içeri bakıyoruz. Muhtemelen bir film setinde kalma tozlu bir bağlama, duvarda asılı duruyor. Altında aynalı ve yine çok tozlu bir konsol. Sağ tarafta duvara dayanmış, demir eski bir ranza. Ranzanın üzerine atılmış kirli bir şilte var. Duvara katlanıp yaslanmış bir şilte daha.
Havalandırma avlusuna açılan iki küçük pencere koğuşu aydınlatıyor. İçim acıyor, gözlerim doluyor. Neler yaşandı buralarda kim bilir, diyorum.
Herkesten çok Sabahattin Ali’den etkileniyorum. Muhakkak ki, Sabahattin Ali’nin şiirleri, Kuyucaklı Yusuf’u, Kürk Mantolu Madonna’sı ve elbette çok genç yaşta öldürülmesi, beni derinden etkilemiş olacak.
Çoğu koğuşun penceresinden, doğrudan taş duvarları görüyorsunuz. Başınızı yukarı kaldırdığınızda masmavi gökyüzü var. Bazen uçan kuşlar geçiyor. Bazı yerlerde, duvarların boyunu aşan büyük çınar ağaçlarının dalları gözüküyor ve bu dallara konan kuşlar… Manzaranın hepsi bu kadar.
Böyle dalmış gezerken akşam olduğunu fark etmiyoruz. İçerisi zaten karanlık. Arka arkasına düdük sesleri duyuluyor uzaktan. Aniden gelen bu sesi garipsiyoruz ve şaşkınlık içinde birbirimize bakıyoruz. Bir başka ziyaretçi bu şaşkınlığımızı fark ediyor, hafifçe gülümseyerek “bu vakit tamam, çıkın artık düdüğü” diyor. Biz de gülüyoruz.
Hayat ne garip? Bir zamanlar “ziyaret bitti, hava alma süresi tamam, girin içeri” düdükleri, 1999 yılından sonra “gezi bitti, çıkın dışarı” diye çalmaya başlamış.
Üzerimizde geçmişin ağırlığı olsa da, Sinop Cezaevinin görebilmenin hafifliği ile ziyareti tamamlıyoruz.
Ben, Sinop’u diğer şehirlerimize göre daha farklı buldum. Hamsilos’una bayıldım. Turistik gezilerden hoşlananlar için mutlaka görülmesi gereken bir yer, diye düşünüyorum. Ayrıca bu şehirde, hiçbir hırsızlık vakasına rastlanmazmış. Sanki biraz masalımsı ama gerçekmiş.