Güzel bir söz var:
"Aptallığa giden iki yol vardır:
Birincisi doğru olmayana inanmak, diğeri doğru olana inanmayı reddetmek..."
Ülkemizde bir süredir böyle bir süreç yaşanıyor.
Sabit bakış açısıyla ile bir takım hayati olayları değerlendirmek gibi bir hastalık var.
Bu salgın etkili oluyor.
Doğru olmayana inanmak, doğru olana inanmamak!
Yanlış bir şeye inanmışsa ona doğruyu anlatmak zaten olanaksızdır.
Düşünmek yerine duymak ve işine geldiği gibi inanmak istiyor.
Gerçi bu sayede kullanışlı birer aparat olup çıkıyorlar.
Özellikle siyasette.
Bu insan tipinin belirgin özellikleri ise şöyledir:
Parti liderine koşulsuz, şartsız bağlılık içinde olur.
Ona göre lideri ne derse o doğrudur.
Lider yanlış yapmışsa asla suçu yoktur, lideri yanıltmışlardır!
Lider dün ak dediğine bugün kara diyorsa mutlaka vardır bir bildiği!
Kendi lideri ve partisi ile ittifak içinde olanlar dışında herkes kötü ve dış güçlerin maşasıdır, vatan hainidir!
Lideri, evladı, efradı lüks bir yaşam sürerken o sefaletin dibinin görmesine karşın, ‘’Ne yapalım bizden beteri de var, şükredelim’’ umarsızlığı içinde olur.
Tabi birde en önemli özellikleri, ‘’CHP kötülüğün başıdır’’ propaganda yalanına sonuna kadar inanırlar.
John F. Kennedy’nin anlamlı bir sözü var:
‘’Demokrasilerde bir seçmenin cehaleti bütün halkın güvenliği için tehlikedir.’’
Aynen öyle.
Demokrasiyi, adaleti, özgürlükleri ortadan kaldıran, gelir dağılımında adaletsizliğini yaratan etkenler cahil seçmen kitlesinin omuzlarının üzerinden yükselir.
Ne var ki gel de bunu onlara anlat.
Tabi birde eğitimli cahiller var.
Bunlar üniversite bitirmiş, doktora yapmış fakat yanlışa yanlış demekten imtina ederler.
Bozuk düzenin yanında yer alırlar.
Aynı şekilde bir takım uyanık okumuşlarda arpalanmak adına yanlışların aparatı, sözcüsü olmayı kabul ederler.
Eğitimli veya eğitimsiz doğruları reddeden ve yok sayanlar hepimizin yaşadığı sorun ve sıkıntıların müsebbibidir.
Nazım Hikmet ne güzel anlatmış:
‘Koyun gibisin kardeşim,
gocuklu celep kaldırınca sopasını
sürüye katılıverirsin hemen
ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye.
Dünyanın en tuhaf mahlukusun yani,
hani şu derya içre olup
deryayı bilmeyen balıktan da tuhaf.
Ve bu dünyada, bu zulüm
senin sayende.
Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer
ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak
kabahat senin,
— demeğe de dilim varmıyor ama —
kabahatin çoğu senin, canım kardeşim!’’