Devlet adamı nasıl olmalıdır?
Kavrayışı yüksek olmalıdır.
Hafızası güçlü olmalıdır.
Uyanık, zeki olmalıdır.
Güzel konuşmalıdır.
Öğretme ve öğrenmeyi sevmelidir.
Yemeye, içmeye ve kadınlara düşkün olmamalıdır.
Doğruluk ve doğruları sevmelidir.
Yalandan, yalancılardan uzak olmalıdır.
Asil şeyleri sevmeli, dünya malına ihtiraslı olmamalıdır.
Adaleti ve adilleri sevmeli, zulüm ve zalimlerden nefret etmelidir.
Mutedil huylu olmalı, kendisinden adalet istenince inatçı olmamalıdır.
Kötülük yapması istenince buna şiddetle karşı koymalıdır.
Azimli ve iradeli olmalıdır.
Bilgili olmalıdır.
Önceki yöneticilerin koyduğu kuralları bilmeli ve tanımalıdır.
Kanun koyarken akıl ve mantığını kullanmalıdır.
Koyduğu hükümler, ülke çıkarlarından kaynaklanmalıdır.
Koyduğu kuralları güzel bir dille halka anlatmalıdır.
Savaş sanatını bilmeli ve savaş için dayanıklı olmalıdır.
(Farabi, 890-950)
*
Bizim nesilde doğanların birçoğu pamuklar içinde özel itina ile yetiştirilmekten ziyade, kendi yetenek, sorumluluk anlayışımız ile kendi başımıza büyüdük. Ülkemizin dört bir yanında devlete hizmet veren ebeveynlerimizle Türkiye’nin en ücra köşelerindeki devletimin okullarında, sürüklenme halinde, sürekli hayata yeni yerde yeniden başlayarak koşturduk durduk. Dershaneler, özel derslerle hiç tanışmadık. Üniversite sınavlarına giriş heyecanımızı kendi içimizde yaşadık. Anne babamızın yükleri o kadar ağırdı ki, herkesin kendi hayatının sorumluluğunu üstlenmesi normaldi. Kimsenin kimseden bir beklentisi yoktu kısaca. Her koyun kendi bacağından asılır denir ya... İlçe kütüphanelerinin harika ahşap kokularında ödevlerimizi yapardık. Bir kitaba sahip olmak önemli bir durumdu. Çocuk yaşta alınması gereken tüm sorumluluklarımızı harfiyen biliyorduk, benim gibi çoğumuz çok erken yaşta çalışma hayatını tanıdık. Boş zamanlarda kitap okunması ya da spor yapılması gerektiğini kimse söylemezdi. Gerektiği kadar arkadaşımız, lazım olan kadar para vardı hayatımızda. O küçücük paralardan birikim yapmayı bile becerebiliyorduk. Kısıtlı olanaklarla sinema ve tiyatro için harçlıklarımızdan ayırmamız gerektiğini öğretmişlerdi bize. Vatan toprağıma, şehitlerime, Atama ve silah arkadaşlarına derin saygı ile donatıldık. Güzel ahlak, gelenek, saygı, minnet, sevgi kelimelerinin anlamında bu değerleri ve sahip olduklarımızı korumayı bilirdik.
Gel gör ki bugün, yangın, sel, toprak kayması, maden göçükleri, işsizlik, yoksulluk, yok eden salgın hastalıklar hatta deprem bile ayrıştırmanızı engellemiyor, artık insani değersizliklerden bahsetmeyi bırakacak kadar usandık.
Değerli komşu teyzemiz Rum, sokak arkadaşımız Ermeni, kadim dostumuz Çerkez, abla dediğimiz ahbabımız Laz'dı, belki en yakın arkadaşımız Alevi, sıramızı paylaştığımız Gürcü, kız kardeşimiz layığı ise Kürt'tü, benzeri olmayan sevgimiz Yunanlı Sofi, sırdaşımız Arnavut Şükran’dı...
Biz hiç bilmez, merak da etmezdik kimin ne olduğunu. Umurumuzda da değildi zaten kimin neye inandığı, hangi soydan geldiği, tuttuğu futbol takımı dışında... Siyasi görüşü tamamen onun dünyaya bakışıydı, halen de öyle. Yaptığı işe, tuttuğu söze bakardık. Kimin ekmeğini engellemiş, kimin yoluna taş koymuş buydu bizim değer yargımız. Kimsenin özeline girmez, bunu AR-NAMUS meselesi sayardık. Bu çirkin fikirleri özellikle kaşıyanlar dışında kimse bu konularla ilgilenmez, işine gücüne bakardı. İnsanlar nefes almadan çalışır, üretirlerdi sözün kısası. İftiralara, dedikoduya vakitleri yoktu şuan olduğu gibi. Şuan sakın kardeşlikten bahsetmeyin, birlik beraberlik kavramından hele asla... Zaten kardeş olarak büyüdük tüm renklerle, gökkuşağını da ayrılmaz bir bütün olarak gördük, sevdik, kabul ettik. Sevgisiz büyümedik ki. Her daim SAYGI diliyle nezaketle konuşmayı beceri saydık.
Aşağı yukarı çoğumuz böyle bir ortamda büyüdük ve büyütüldük. Yapı olarak şiddetten hoşlanmayan, karmaşayı sevmeyen, gönlü zengin, yüzü güzel, sohbeti bol insanlarız doğamızda.
Hepimiz Cumhuriyet’in merhametli vicdanlı çocuklarıyız, hepimiz bu Cumhuriyet’te hedeflerimizi koyduk ve çalıştık, her şeye rağmen omuzlarımızı dik tuttuk sabrettik, dünyanın önünde eğildiği, saygı duyduğu bir “devlet adamı” önderliğinde, taptaze genç bir devletin mirasçısı olarak, dünyanın gıpta ettiği örneklerle bezendik. Gururla, gözlerimiz çakmak çakmak "Ne mutlu TÜRKÜM" dedik... Bütün bunlar olurken siz neredeydiniz?
BİLGİ:
9 Haziran 1936, Kocaeli’nin Gölcük İlçesi kuruldu…
Kuruluşunun temeli 1925'e dayanan ilçe, aslında kendisinden daha eski yerleşim birimleri olan yerel köy ve bucakların merkezinde İstanbul Kasımpaşa Askeri Tersanesi'nin kurulması ve ardından Donanma'nın taşınması ile oluşmuştur.
1925'te Yavuz zırhlısının onarılması kararı ile beliren acil ihtiyaç, Atatürk'ün onayı ile Gölcük´te askeri tersanenin kurulmasını sağladı. Aynı yıl ilk havuz inşa edildi. Gölcük için düşünülen isimler arasında Yavuzlu’da vardı. Ancak mevcut öneriler arasından bu ismi Atatürk tercih ederek (kendisine isim seçenekleri sunulduğunda, “Ulusumun hiç bir karış toprağına, savaştan yenik çıkmış bir geminin adını vermem” diyerek) ilçenin adını “Gölcük” olarak bizzat kendi koydu. Atatürk’ün adını koyduğu ilk ilçe olma özelliği ile Cumhuriyet tarihimizde Gölcük önemli bir noktadadır. (Sadece bu özelliği bile bu kentte yaşayanlar için en büyük gurur kaynağı olmalı! )
Yavuz zırhlısının tamirini, kurdukları barakaları da Almanlar yaptı. Daha sonra bu tesisler satın alınarak tersanenin çekirdeği kuruldu. Deniz Kuvvetlerinin ihtiyaçları doğrultusunda tersanenin geliştirilmesine 1938 yılında başlandı. Ancak İkinci Dünya Savaşı bu çalışmalara engel oldu ve Gölcük Tersanesi’nin gerçek oluşumu 1950 yılından itibaren gerçekleşti.
Gölcük tam anlamıyla Cumhuriyet´ten sonra kurulmuş en büyük ilçedir. Osmanlı döneminde Gölcük'ün şu anki köylerinden Halıdere, Ulaşlı ve Yazlık hariç 21 köy geleneksel olarak İzmit Sancağına (iline) bağlı Bahçecik Bucak İdaresi´nce yönetilmekteydi. Cumhuriyet´in ilanından sonra 1930 yılında İhsaniye Köyü’nde bucak merkezi ile Jandarma birimi kuruldu. Yavuz zırhlısının tamiri nedeni ile kurulan atölyelerde çalışmak üzere özellikle İstanbul tersanelerinden gelen işçi ve aileleriyle Gölcük şehrinin nüfusu hızla artmaya başladı.
9 Haziran 1936´da kabul edilen ve 15 Haziran 1936´da yürürlüğe giren 3012 sayılı kanunla Gölcük İlçesi kuruldu. İlçenin oluşumunda devlet dairelerine elverişli altyapının Gölcük´te bulunmaması nedeniyle geçici olarak, "Yalı Değirmendere" Köyü’nde kiralanan binalar kullanılmaya başlandı. İnşası iki sene süren Hükümet Konağı´na ancak 1938 yılında geçildi ve aynı tarihte Devlet teşkilatı da Gölcük´te yerleşti.
KAYNAK:
Gölcük Donanma Komutanlığı Arşivi, Gölcük/Kocaeli
Gölcük, 9 Haziran 1936 tarihli ve 3012 sayılı kanunla ilçe olmuştur. Bizim esas aldığımız kaynaklara göre kanunun yürürlüğe giriş tarihi ise 15 Haziran 1936'dır.
TC. Gölcük Kaymakamlığı, Gölcük/Kocaeli
TC. İçişleri Bakanlığı İller İdaresi Genel Müdürlüğü, Ankara