Benim çocukluğumda ülkede bir afet olduğu zaman, okulda çizdiğimiz tüm resimlerde ortada bir Kızılay çadırı olurdu ya da afetzedeler için yapılmış konik şekilde Kızılay çadırları ile dolu bir resim kâğıdı… Afetin haberini veren TRT, ilk dakikalarda, “…şu kadar Kızılay çadırı afet bölgesinde kurulmuş, bölgede ki askeri birlikler sahra hastanesi ve aşevini hayata geçirmiş, bölge jandarma ve emniyet güvenliği sağlamak için sahaya inmiş” bilgisini verirdi. Kriz çözülene ve hayat normale dönene kadar kimsenin sesi çıkmazdı, resmi bilgiler dışında. Yani acıya, acılıya saygı duyulurdu. İlgili bakanlar sahada kaymakam, vali ve askeri kuvvet komutanları ilk saatlerden itibaren krizi takip eder, ortak kararlar verir ve hemen uygularlardı. Yardımlarımızı aramızda toplar devlet bankaları aracılığı ile Kızılay’a yatırır, diğer tüm yardımlarımızı askeri birlikler ya da Kızılay aracılığı ile sahalara gönderirdik. Bu yardımlar hemen gruplanarak kısım kısım sahaya indirilir geri kalanları Kızılay’ın depolarında muhafaza edilirdi. Gencinden yaşlısına kimse devletten şüphe etmedi, askerine endişeyle bakmadı, Kızılay’a güvendiği kadar kimseye güvenmedi. Nasıl olsa askerimiz vardı, Kızılay vardı…
Türk halkının yüce gönüllülüğü son yılların bir davranış modeli değildir, biz zaten hep böyleydik. Bakmayın son yılların başıbozukluğuna, genlerimizde hala baskın olan iyimserlik ve iyiliktir. Komşumuzun acısıyla kavrulan bir milletiz. Hele böyle zamanlarda nasıl BİR olunur, bizden daha iyi kimse bilemez. Dünyayı yeniden keşfeden söylemlere çok kızarım onun için.
*
24 Kasım 1976, Van’ın Muradiye ilçesi, Çaldıran bucağı merkezli 7.5 büyüklüğündeki depremi hatırlıyorum. Kars, Sarıkamış’ta yakalanmıştık depreme, o dönem babam Sarıkamış’ta görevliydi, deprem olur olmaz ilk dakikalarda bizlerin iyi olduğundan emin olduktan hemen sonra, 1500 asker organize olmuş ve – 20 derece soğukta derhal yola çıkmışlardı. Geride kalanlar ise erzak ve kıyafet paketlerini hazırladılar. Ülkede herkes çalıştı deprem bölgesi için. Kar ve soğuk hava koşullarından dolayı ilk müdahaleler bölgeye yakın askeri birlikler tarafından yapılmıştı. 2000 kilometrekarelik bir alan etkilenmiş ve evlerin yüzde 80’i yıkılmıştı. Donma nedeniyle ölümler çok fazla olmuştu. O soğuya, o çaresizliğe rağmen ilk gece Kızılay’ın çadırları oradaydı. Yıl 1976, bundan 47 yıl önce…
Yıl 1999, Gölcük Depremi, “asrın felaketi” adını aldı ama hiç ders alınmadı. Yıl 2023 “yüzyılın yıkımı” diye adı kondu, kimsenin yüzü kızarmadı, “hatalıydık, eksik kaldık, önlem alamadık” demedi. “Felaket çok büyüktü, elden bir şey gelmedi…” denilerek ağır vicdanlara su serpildi!. Açık artırma tarzında ekranlardan para toplandı. Telaffuz edilen, yuvarlanan rakamlar karşısında nutkum tutuldu. Merkez Bankası benim adıma 357 TL bağış yaptı, bana danıştı mı? Nereden bu işe başlanır bilmiyorum. Bilim insanları gelecek felaketleri adım adım anlatıyor hatta haykırıyor, kulak kabartmalıyız, hayata ve beklentilerimize bakış açımızı değiştirmeliyiz.
*
Gölcük depremini merkezinde ailecek yaşayan ve nasibini alan kişilerden biriyim ben de. 30 yıllık belediye çalışanı olmam sebebiyle de olaya bakışım biraz daha farklı olabiliyor haliyle. Bu tarz acı deneyimlerde “hızlı, organize ve nitelikli hizmet” anlayışına sahibim. Bu sebeple irili ufaklı sivil hareketlerin hep içinde olmuşumdur. 6 Şubat, Pazartesi sabaha karşı yaşadığımız korkunç deprem felaketlerinde de iki farklı şehirde, eş zamanlı olarak çalışmaya devam ettim. Özverili bu iki çalışma grubuna dair kısaca bilgi vermek istedim bu hafta, arşivlerimizde kalsın dileğiyle.
YAŞAM ÇİÇEĞİ KADINLARI
Depremin olduğu sabah, usta atölye grubumuzla acil toplantı yaparak hemen işe koyulduk. Çok detaylı düşünmememize gerek yoktu, sahada neye ihtiyaç olduğunu ve bizim ne yapabileceğimizi biliyorduk. Atölyemiz 17 Ağustos 1999 depremini merkezinde yaşamış ve kalplerinde en derin acıları barındıran 17 kadından oluşan bir kırkyama sanatçı grubu Yaşam Çiçeği Kadınları. Hani denir ya “seni anlıyorum” işte tam da böyle… Yaşayan bilir misali. Pazartesi sabahı biz deprem bölgesi için körpece denilen ince yünlü yorganlarımızı, polar ve pazen yünlü battaniyelerimizi ve yünlü pançolarımızı seri olarak dikmeye başlamıştık. Evde ve atölyede dikimler gece gündüz devam ediyor. Hatta başka şehirlerde yaşayan dostlarımız ölçülendirdiğimiz tasarımlarımıza destek vererek hızlanmamıza olanak tanıyor. Adrese teslim yardımlar da içimize biraz olsun su serpiyor. Onları o kadar iyi anlıyoruz ki…
Asuman Gökçe, Ayşe Büyüküstün, Ayşim Geren, Ceyda Enginsel, Çiğdem Danyer, Feriha Durmaz, Firdevs Büyükakyüz, Gülay Karasu, İrem Yeniçeri Güler, eğitmenimiz Münire Uysal, Nursen Demirhan, Nüket Zengin, Özlem Çolakoğlu, Serap Doğan, Serap Yıldırım, Serap Yurttaş, Sedef Biçer ve Sinem Barbak’tan oluşan Yaşam Çiçeği Kadınları‘na, kendi adıma, isimleri gibi anlamlı desteklerinden dolayı sonsuz teşekkür ediyorum, muazzam bir özveri ile belki de kendi yaralarımızı sararak ürettikleri için..
LE CORDON BLEU MUTFAK OKULU
Depremin olduğu gün, üniversiteler kapalı, akademisyenlerin çoğu izinliydi. Çok yakın zamanda Yoğunlaştırılmış Ekmekçilik Eğitimi aldığım, İstanbul Özyeğin Üniversitesi Kampüsünde yer alan, dünyanın en eski ve en saygın okulu Le Cordon Bleu Mutfak Okulu da kapalı ve eğitmen şefler şehir dışındaydı haliyle. Mezun olan 8 öğrenci aramızda organize olarak okulumuzun yöneticisinden okulun mutfağını açmalarının mümkün olup olmadığını sorduk. Okulun kapalı oluşuna rağmen, tüm belirsizliklerin içinde, inisiyatif alarak mutfaklarını bize açtılar ve o anda başka bir şehirde olan eğitmen şefimiz uçakla İstanbul’a dönüş yaptı, ertesi gün ekmek üretimine başladık. Okulun mutfağını kullandığımız gibi tüm ekmek üretim malzemelerini de Le Cordon Bleu İstanbul Mutfak Okulu bizlere sağladı. Fransız Şefimiz Paul Metay, deprem bölgesinde olumsuz koşullarla mücadele eden vatandaşlarımız için besin değeri yüksek ve tazeliğini uzun bir süre muhafaza edecek özel reçeteler hazırladı. Ekşi mayalı çavdar ekmeğinin yanısıra, tatlı ve sade gevrekler hazırlayarak, vakumlu paketlerde üç ay gibi uzun bir süre tazeliğini muhafaza eden ekmekler ürettik. Tatlı gevreklerin içine incir, kayısı ve fındık koyarak besleyiciliğini artırırken lezzet de kattık. Tüm kalbimizle ilk günlerden bu yana çalıştığımız mutfak bizim için mabet oldu. Sabah erken saatlerde yollara çıkıp, geç saatlerde evlerimize geri döndüğümüzde acımızı bir nebze hafifleten bir ferahlık duyuyoruz. 8 kişilik ekibimizin üç tanesinin (biri de ben) 1999 Gölcük depremini yerinde yaşamış olması da tesadüften öte bence… Şefimizin dediği gibi “küçük nehirler muhakkak okyanusa ulaşır”, 8 kişi ve şefimizle birlikte biz de okyanuslara ulaştık inancındayız. Ekmeklerimiz Beykoz Belediyesi Afet Koordinasyon Merkezi aracılığı ile Hatay, Kırıkhan ve Malatya, Akçadağ da ki Beykoz Belediyesi Aşevlerinde vatandaşlarımız tarafından sağlıklı olarak tüketiliyor. Bunu bilmek bize tüm yorgunluklarımızı unutturuyor.
Bu sorumluluğu yerine getirmemizi mümkün kılan okulumuza, yönetici ve çalışanlarına, disiplini ve engin bilgileri ile bize bambaşka ufuklar açan vefalı Şefimiz Paul Metay’a, her konuda kolaylaştırıcı Şefimiz Damla Kabil’e (Yardımcı Şef) ömrümüzün sonuna kadar minnettar kalacağız. Ve tüm zorlu koşullara rağmen bir gün bile enerjilerini düşürmeden ve ciddiyetini bozmadan çalışan ekibimizden, her sabah gün ağarmadan karlı dağ yollarında Gölcük’ten İstanbul’a birlikte yolculuk yaptığım canımın içi Dr.Gizem Sucu’ya, mutfağımızın dengeleyici enerjisi ve kültürel zenginliğimiz Gülay Kurtaran Eker’e, nezaketi ve dünya barışının temsilcisi Hatice Yondemir’e, dünyanın en tatlı aktivisti İnci Gültekin’e, elinden hiç bir işin kurtulamayacağı Nihal Kazancı’ya, güzel kalbiyle her gün beni fetheden Nuray Aksoy’a ve ekibimizin mihenk noktası canım Uğur Cuya’ya ne kadar teşekkür etsem az kalır. Torunlarımıza anlatacağımız değerli günlerimizi birlikte geçirdik. İyi günlerde, daha nice güzel çalışmalara, umudumuzu yitirmeden…