Bu yazıyı okuyanlar zannederim bana hak verecektir. Hangimiz izlediğimiz bir tiyatro, dizi yada filmin, okuduğumuz öykü, roman yada şiirin etkisinde kalıp, hayatımıza dair farklı kararlar vererek, bambaşka insanlar olmanın ilk adımlarını atmadık ki?
Bende onlardan biriydim. Doksanlı yılların varoşunda, Gebze’de ve Gebze’nin en çok göç alan gecekondu mahallesinde yaşıyor, ellerimizde cetvellerin patlayıp, sırtımıza da sopaların kırıldığı, kavganın ve akran zorbalığının eksik olmadığı bir okulda okuyordum.
O yıllarda okullar 12 Eylül darbesinin katılığına bürünmüştü sanki. ‘’Dayağın cennetten çıktığı’’, ‘’öğretmenin vurduğu yerde gül açar’’ sözlerinin havada uçuştuğu, bir çare öğretmenden dayak yediğini söylediğin babanın da ‘’kesin yapmışsındır bir şey’’ diyerek üstüne dövdüğü hoyrat zamanlarda elinde gitarı ile bambaşka bir öğretmen girmişti hayatımıza.
Siyah kılıfından daha önce hiç canlı dinlemediğimiz gitarını çıkarıyor, dersimiz müzik olmamasına rağmen bizlere şarkılar söylüyor, söylettiriyordu. Çok gençti. İdealistti. Öğrencileriyle arkadaş gibiydi. Eğitimde şiddete karşı çıkıyor, hatalarımıza anlayışla yaklaşıp bizleri iyiye, doğruya yönlendiriyordu. Doksanlı yıllarda çokça karşılaştığımız dayakçı, ilgisiz öğretmen profilinin aksine bir yaklaşım sergiliyor ve bu haliyle kalbimizin en yüksek yerine taht kuruyordu.
Yılsonu gelip çatmış, bu çok sevdiğimiz öğretmenimiz yaz tatilinde okumamız için tahtaya bazı kitap isimleri yazmıştı. Amin Maalouf tarafından yazılan ‘’Doğunun Limanları’’kitabı da onlardan biriydi. Kitap ismi ile ilgimi çekmiş, içeriği ile hayatımı altüst etmişti.
Okuma alışkanlığı edinmeye başladığım lise yıllarında ise Gebze tiren istasyonu köprüsünün üstünde, siyah çarşaf üzerine gelişi güzel atılan korsan kitaplardan birine elim uzanmış, Nihat Behram’ın ‘’Darağacında üç fidan’’ kitabını almıştım. Artvin dağlarında, Gürcistan’a sınır yaylalarda gözlerim nemli bir şekilde okuduğum bu kitap beni kahretmekle kalmamış, bu ülkenin gençlerine yapılan haksızlığın hesabını sormak isteyişim beni büyülü, duygu ve merak dolu bir mücadelenin içine atmıştı.
Üniversite yıllarında fark ettim ki birlikte mücadele ettiğim arkadaşlarımda, bir şiirden, bir şarkıdan, bir filmden, bir kitaptan yada çevresinde izleyen, dinleyen yada okuyan bir yakınından etkilenmiş ve bu büyülü, duygu ve merak dolu mücadelenin içine öyle girmişti.
Daha o yıllarda fark ettim ki kültür, sanat ve edebiyat bireysel ve toplumsal değişim ve dönüşümlerin en güçlü araçlarından biriydi. Kültüre, sanata ve edebiyata hak ettiği değeri ve önemi vermeyen mücadele deneyimlerinin ise toplumsallaşması oldukça zordu.
Bizler, yeni bir insan yeni bir toplum yaratma umudunu taşıyıp mücadelesini verenler, ilk değişime belki de kendimizden başlamalı, hayatımızı siyaset kadar kültür ve sanatla yoğurup, toplumla ilişkilerimizi böylede kurmalıyız.