Yazarlar, şairler ya da sanatçılar yaşadığı döneme ışık tutmak, üretimleriyle insanların akıllarına ve yüreklerine dokunarak kültür, sanat ve edebiyat hayatında kalıcı olmak isterler. Oysa tüm bu güzel niyet ve çabaları altüst eden bir duvar çıkar bazılarının karşılarına. Okunmazlar, tanınmazlar, hakkettikleri değeri yaşadığı çağda ya da coğrafyada görmezler. Tüm uğraş ve emekler var olan yeteneklerinin dışa vurumu olur sadece. Fark edilememenin, edilse de hakkettiği değeri görememenin hüzünlü terkedilişi kalır geriye. Alır başlarını giderler yeryüzünden zamanlı, zamansız.
Sonra bir şey olur, adını koyamadığımız bir şey… Ölümlerinden hemen sonra ya da çok daha sonra fark edilmeye, tanınmaya başlanırlar. Çığ gibi büyür bu fırtına. Elden ele, dilden dile yayılırlar. Öyle bir hal alır ki bu durum, yaşarken görmedikleri kadar ilgi görür, büyük kalabalıklar tarafından sevilir ve hiç olmadıkları kadar değerleri bilinmeye başlanır.
Sonra yazı, söz ve fotoğraf kalabalığı düşer gözlerimizin önüne durmadan. Hayattalarken yaşamlarına, ürettiklerine, topluma sunduklarına dair çok fazla yazı yazılmazken ölümlerinden sonra gazeteler, dergiler, kitaplar onlar için yazılan yazılarla dolar. Resimleri”renkli dergilerin” ön kapaklarını süsler. Takvimlere basarlar sözlerini. Porselen kupalarda karşımıza çıkar yüzleri. Gazete manşetlerinde isimleri, rafların en çok satanlar bölümlerinde kitaplarıyla bugünün en kıymetlileri olurlar.
Olmalıdırlar da. Fakat bu “renkli dergiler” gölgeleterek verir o sanat insanlarının gerçekliklerini. Çünkü piyasa ilişkileri ve reklam gelirlerinden yanadır ilk tercihleri. Ürettikleri üzerinden yapılan atıflar, analizler, araştırmalar, söyledikleri üzerinden yazılan makaleler, denemeler, sosyal medya yorumları, okuduğumuz zaman hep şu sonucu verir bizlere; “Romantiktirler. Güzel şeyler istemiştirler ama olmamıştır.” Fakat ne istediklerinin derinliğine dair bir şey söylemez, düşüncelerinin izini asla sürmezler.
Arkalarından yapılan alkışlar çok yaşalar, hep yaşalar. Büyük toplantı salonları, kalabalık anmalar, kusursuz organize edilmiş buluşmalar gerçek yaşamlarını, büyük kavgalarını, uğruna adadıkları hayatlarını pas geçerken ve konuşmacılar o sanat insanlarının yalnızca aşklarından, yanılgılarından ve yenilgilerinden bahsederken, bize sunulan çayın bardak altlığında onların yüzlerini görürüz.
Geçtiğimiz hafta ölüm yıldönümü olan Sabahattin Ali de “renkli dergiler” tarafından başkalaştırılmaya çalışılan yazarlardan biridir. Oysa Ali, kısacık hayatında zor sınavlardan geçmiştir. Sosyalist düşüncelerinden ve yazdıklarından dolayı yargılanmış, komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle tutuklanmıştır. Hakkında komplolar kurulmuş, muhbirler tutulmuş, öğretmenlik mesleğinden atılmıştır. Sürekli işsiz kalmış, yoksullukla terbiye edilmeye çalışılmıştır. Eserleri toplatılmış, yasaklanmış, çalıştığı gazeteler saldırıya uğramış, çıkardığı siyasal mizah dergilerinde yazdığı eleştirilerinden dolayı tek parti iktidarının baskılarıyla karşılaşmış, Markopaşa gazetesini çıkardığı süre boyunca mahpusun demir kapısı her an gelir diye onun için açık bırakılmıştır. Cumhuriyet tarihinin ilk aydın cinayetine kurban giden, mezarı bile olmayan, ölümü hala aydınlatılamamış bir yazardır o. Fakat posterlerini eşantiyon yapıp dağıtan ‘’renkli dergiler’’ derinlemesine anlatmaz bunları.
Sabahattin Ali en karanlık dönemlerde dahi aydınlığın mücadelesini veren ve bizlere direnmenin estetiğini öğreten bir yazardır. Bugün çarpıştığımız güç ne kadar zor ve zorba olursa olsun biraz da onun sayesinde enseyi karartmıyor, fırtınalı zamanlardan geçsek de “Görecek günler var daha, aldırma gönül aldırma” diyoruz.