Bu Pazar, baharın geldiğine inandım. Hava öylesine duru, güneşli ve dingin…
Kahvaltı yaptıktan sonra balkona çıktım. Yan balkonda Ahmet Celil’in sesi geliyor. Kendi kendine konuşuyor. Komşu çocuğu. 6 yaşında. “Ahmeet” diye seslendim. Balkonlarımızın arası 25-30 santim kadar.
Sesimi duyunca, bana yaklaştı, elindekileri gösterdi. Kalın bir kartonun üstüne resimler yapmış, katlayıp ıslatmış. Diğer elinde, buzdolabı poşeti var. Heyecanlı ve kesik kesik anlatıyor “şimdi bu kartonu poşete koyup kuruyacağım, sonra da kartal yapacağım” diyor. Nasıl kartal yapacaksa? Çocuğun hayallerinden sual olunur mu? Ben de sormuyorum. Pazar gününün sakinliğinde Ahmet Celil’in cıvıltıları, kuşların, vızıldayan böceklerin sesini bastırıyor.
Ahmet Celil’i dinlerken,3-4 metre ötemizde askeriyenin devasa yeşilliğini, arkasında uzanan mavi denizi seyrediyorum. Küçüklü büyüklü beyaz gemiler geçiyor. Yandaki zeytinlikte, üç beyaz kelebek birbiriyle dalaşıyor. Ağaçların üstünde kuşlar, altında sarıçiçekler, kırmızı gelincikler güneşe minnetlerini sunuyorlar. Hafif bir bahar rüzgârı esiyor.
Ahmet Celil’in bana göstermek için uzattığı buzdolabı poşetinin içine rüzgâr doluyor, bir an elinden uçuracakmış gibi oluyor. O an çocukluğumda yaptığım uçurtmaları hatırlıyorum. Aniden “Ahmet, bugün seninle uçurtma yapalım mı” diyorum. Ahmet’in gözleri kocaman açılıyor. Önce ne dediğimi anlamıyor. “Uçurtma! Uçurtma!” diye tekrarlıyorum. Ahmeti’in sevinci büyüyor, içine sığmaz oluyor. “Bak” diyorum, “askeriyeye giremeyiz ama şuradaki zeytinliğe girebiliriz. Önce oradan düzgün ve hafif şıvgınlar bulalım”. Daha sözümü bitirmeden Ahmet içeri koşuyor, mutlulukla bağıran sesini duyuyorum. “Anne ben Nurdan Teyzeyle, ormana gidiyorum”
Hemen üzerimi değiştiriyorum, elime bıçak alıp çıkıyorum. Kapı sesini duyan Ahmet, çoktan hazır, dışarı fırlıyor, heyecandan ayakkabılarını zor giyiyor.
Ahmet küçük taylar gibi ‘ormana’ dalıyor. Bir oyana bir bu yana koşuşturuyor. “Nurdan teyze orman ne güzelll!” diye, olanca gücüyle çığlık atıyor.
Ahmet Celil’in sevincini seyrederken, bir kendi çocukluğumu hatırlıyorum bir de bu günün çocuklarını. Bu çocuklara çok acıyorum.
Ahmet’le kurumuş birkaç şıvgın topluyoruz, kelebekleri yakalamak ister gibi peşlerinden koşuyoruz. Birer tane gelincik, sarıpapatya, beyaz papatya koparıyoruz. Diğerlerine dokunmuyoruz, tohumları toprağa düşsün de, gelecek yıl daha çok olsunlar, diye.
O sıra, devriye gezen askerlerden birinin sesini duyuyoruz. Türkü söylüyor, sesi de çok güzel. Ahmet Celil’e “ bekle, türküyü dinleyelim, yine oynarız” diyorum. İkimizde hareket etmiyoruz, türkü dinliyoruz.
Turnam başım darda benim
Şu yaban diyarda benim
Bir sevenim var mı bilmem
Gözden uzak diyarda benim
………………
Çekerim turnam sineye derdi
Bu yıl gülmek haram belki
………….
Başım öne eğdirdiler
Yüzüm yere değdirdiler
Saçıma kar yağdırdılar
Yaz ile baharda benim
………..
Çekerim turnam sineye derdi
Bu yılda gülmek haram belki
Türkü bitince Ahmet Celil’le eve gidip terasa çıkıyoruz, birlikte uçurtma yapıyoruz. Yaptığımız uçurtma hafifçe bir iki dönüp, sonra betona çakılıyor. Uçuramıyoruz. Bu gidişle sonbaharı bekleyeceğiz ama olsun, uçurmuş kadar olduk. Çok eğlendik.
Ahmet’in annesi bitki çayı yapmış. Yudumluyoruz. Ahmet’in ormanından gelen kuş sesleri, gökyüzünün mavisinden daha mavi deniz, beyaz gemiler… Karşı dağlar griye çalıyor. Zamanı yavaşlattım bugün. Keyfim yerinde..
Ahmet Celil kollarını havaya doğru kocaman açtı. Konuşuyor. Büyüyünce fabrika açacakmış, çok para kazanıp bana villa alacakmış. Söz veriyor.