Sevgili Babacığım,
Dün bana gelen mektupları sakladığım çantamı açtım. Tamı tamına 245 mektup var. 300’e yakın da kutlama kartları var. Tek tek saydım. Hepsi 82 ve 90’lı yıllar arasında gelmiş. En çok da sen mektup yazmışsın bana. Bir de yeni yıl kartın var. Yeni yılın bana sağlık ve mutluluk getirmesini diliyorsun.
Bütün mektuplar içinde en güzel yazı seninkisi. Dantel gibi örmüşsün harfleri. Sanki sanat eseri çıkarır gibi. Mektuplarını tekrar okurken, dolma kalemine özenle mürekkep döküşlerini, hiç hata yapmamak için dikkatle yazışlarını ve benim seni hayranlıkla izleyişlerimi hatırladım. Hele yuvarlak bir silgin vardı, ortası delikti, ince, sert ve maviydi. En kalitelisinden. Mürekkepli yazıyı bir tek o temizleyebilirdi.
Bazen okuldaki diğer öğrencililere hava atmak için senden habersiz alır, okula götürürdüm, sonra getirir yerine koyardım.
Seni hesap yaparken, yazı yazarken ve bir de tıraş olurken seyretmeye bayılırdım. Her işini çok zarif ve temiz yapardın. Kasabanın diğer erkeklerine hiç benzemezdin, sanki o kasabaya sonradan göç etmiş de, orayı yurt tutmuş bir yabancı gibiydin.
Kasabayla da pek ilgin olmazdı zaten. Motosikletine binip çocukların hayran bakışları arasında şehre giderdin, sonra başka başka köylere… Her köyün kocaman defterleri olurdu. Devlet adına muhtarların gelir gider hesaplarını tutardın. Bazen günlerce oralarda kalırdın. Evde yorulduğu zamanlarda annem kızardı sana, gidiyor gelmiyor diye.
Senin gelişini motosikletin sesinden anlar, yola fırlardım. Hele kış günleri yollar kardan kapalı olduğunda geceleri kaygıdan uyuyamazdım, sana bir şey olur diye.
Her zaman bir şeyler getirirdin de, ben getirdiğin simitlerin ve alabalıkların tadını hala unutmadım. Alabalıkların yumurtalarını annem pişirirdi. Sonradan öğrendim ona havyar dediklerini. Şimdi ne o simitlerden var, ne de o alabalıklardan.
Kâtip derlerdi sana. Şimdi düşünüyorum da, başına fes koysam, bir de setre giydirsem, eline baston versem Beyoğlu kâtiplerinden farkın yoktu senin. Zarif adam oluşundan olsa gerek kasaba dışında herkes severdi seni. Ne çok tanıdığın vardı. Bazen güzel iş teklif ederlerdi sana, annemle konuşurken duyardım ama babaannem, “bu kasabadan gidersen sütümü helal etmem” dediği için, bırakıp gidemediğine hayıflanırdın. Küçükken anlamıyorduk ama meğer şehrin medeniyetini taşırmışsın evimize.
Ceviz antika koltuklarımız, çatallı bıçaklı sofralarımız, el dokuması halılar diğer kasabalılarda yoktu. Aslında bunların bir ayrıcalık olduğunun çok sonraları farkına varmıştım.
Kasabanın en zarif evinde doğmuştum. Bu gün bile aynı güzellikte ev göremiyorum. Sonra yol genişletmek için belediye yıkmıştı o güzelim evimizi. Dokuz yaşındaydım ve evimizin yıkılışını ağlayarak izlemiştim.
Bir de, ne çok gazete girerdi evimize. Yetmişli yıllardaki kanlı gençlik olaylarını o gazetelerden okurdum. Hediyeli bulmacalar, labirentler olurdu, büyük bir heyecanla çözer, verilen adreslere gönderirdim.
Onca döven, bağıran, küfreden babaların içinde, senin bir kez bile argo kelime kullandığını hatırlamıyorum. Sen farkında değildin ama arkadaşımız olan diğer çocuklar bizi kıskanırdı, bize imrenirdi.
Seni kasabanın en zengini, en bilgini sanırlardı, belki de öyleydi bilmiyorum ama galiba bundan dolayı arkadaşlarımız, bazı insanlar bizim eve gelmeye utanırdı. Bu yüzden biraz da yalnız kalırdık.
Biz de senin gibi kasabalıydık ama yine senin gibi, sanki o kasabaya biraz yabanıl kalmıştık.
Sen hastayken bile nezaket doluydun, hastayken bile başkalarına rahatsızlık vermekten çekiniyordun.
Ben geldim yanına. Uzaktan geldim. Annem “ son nefesini vermek için seni bekliyor kızım” dedi, öyle hissediyormuş. Bilincin açık değildi. Yüksek sesle “baba” demem gerekiyordu diyemiyordum. Annem cesaretlendirdi ve “baba ben geldim” dedim. Gözünü açtın, beni gördün, ağlamak istedin, ağlayamadın.
Yine, yeni bir yıl geldi ve ben 1984 tarihli yeni yıl kartını tekrar okudum. Yeni gelmiş gibi okudum. Baba sen harika bir adamdın. Nurlar içinde yat.