Küresel salgın başladığından beri bir takım romantiklerin “hepimiz aynı gemideyiz” söylemlerine maruz kaldık. Virüsün sosyo-ekonomik sınıf ayırmadığını, hepimizi eşit derece etkilediğini iddia eden bu iyimser yaklaşımın iç yüzü, kısa süre içinde “sakin ol champ, evdeyim” cevabıyla gün yüzüne çıktı. Aynı gemide değiliz, hiç olmadık.
Yoksul mahallelerdeki enfekte kişi sayısının ve belki daha da önemlisi hayatını kaybeden hasta sayısının daha yüksek olduğunu biliyoruz. Sebepleri malum; daha dar alanlarda daha kalabalık bir yaşam sürme, evde kalınabilen bir işte çalışamama, çoğunlukla günlük kazançla yaşandığından risklere daha fazla maruz kalma, dengeli beslenme eksikliğine bağlı olarak bağışıklığın düşmesi, kronik hastalıklara sahip olma ihtimalinin fazla olması…
Yanı sıra yoksulluğun da belli gruplarda toplanmış olduğunu görebilmek lazım. Bizim toplumumuz için bu anlamda en dezavantajlı grup olarak Romanlar gösterilebilir. Eğitime erişimleri de çoğu zaman gerek akran zorbalığı gerekse okulların kötü yönetimi sebebiyle engellenen Romanlar için yoksulluk nesilden nesile aktarılan bir sarmala dönüşür. Amerika’daki siyahların maruz kaldıklarını ayrımcılığa karşı çıkmanın “uzaktan” kolay olduğu toplumumuzda, yanı başımızdaki ayrımcılığı da görebilmek gerekir.
Salgın aynı gemide olduğumuzu göstermedi. Tam aksine aynı gemide olmadığımızı bir kez daha kanıtladı. Sosyo-ekonomik sınıf farkı kadar görünür olmayan, fakat ağır şekilde ayrımcılığa uğrayan bir kesim daha var kuşkusuz: onlar da kadınlar. Okulların kapandığı, hanede yaşayan herkesin aynı anda evde olduğu günlerden geçerken, kadının ev içi emeğinin ikiye üçe katlandığını söylemek hiç de zor değil. Dışarıda çalışıyor olsa bile yemek yapma, temizlik, çocukla ilgilenme görevleri bu dönemde kadının üstünde kalmayı sürdürdü. Üstelik çoğalarak, artarak.
Orta sınıf kentli kadınlar arasında yapılan araştırmalar bu kadınların ayrımcılığa maruz kalmadıklarını düşündüklerini gösteriyor. Dahası birçok erkek de benzer sebeplerle “aynı okullara gidiyoruz, aynı işlerde çalışıyoruz, ev işlerini zaten ikimiz de yapmıyoruz, dışarıdan destek alıyoruz” cümleleriyle bir eşitlik illüzyonu yaratmış halde. Bu küresel salgın aslında dışarıdan alınan desteğin esasen “eve destek” değil “kadına destek” olduğu gerçeğini de gün yüzüne çıkarmış oldu. Okullar, ev yardımcıları, büyükanneler gibi destekler kesildiği anda o işleri üstlenmesi beklenen doğrudan kadınlar oldu. Birçok hanede bu işbölümü tartışılmadı bile. Kendiliğinden yerini buluverdi. İşte belki tam da bu anda farkındalık ışıklarının yanması gerek. Eşit yaşamlara sahip miydik gerçekten?
Türkiye’de örgütlü kadın hareketinin ilk önemli eylemlerinden birinin 1987’de gerçekleştirilen “Dayağa Karşı Dayanışma Yürüyüşü” olduğu söylenebilir. Her ne kadar o günden bu güne kadına yönelik şiddetin herhangi bir azalma gösterdiğini iddia edemesek de, “dayak atan” bir erkek olmanın artık bir itibarsızlık göstergesi olduğunu söyleyebiliriz. Eski normal ve sıradan kimliğinde sıyrılıp, kötülenen bir kimliğe bürünmüş vaziyette. Bu sonucun kadın hareketinin kazanımlarından biri olduğunu teslim etmek gerekir. Şiddet eylemini faili için utanç verici hale getirmeden sonlandırmak mümkün değil.
Benzer şekilde maçoluğun prim yaptığı, ev işi yapmanın hakir görüldüğü, şefkatli babalığın zayıflık görüldüğü, kadınlara kötü davranmanın övülen bir erkeklik özelliği olarak sunulduğu bir yaşam kültüründe eşitliğin sağlanması mümkün değil. Önce bu toksik erkekliğin esasen utanç verici bir tutum olduğuna ikna olmamız şart. Aynı gemide olduğumuzu söyleyebilmek için hepimizin aynı standartta kamaralarda olabilmesi lazım. Birileri kadınları mutfak kamarasında tutmaya çalışıyor. Kriz anında ilk işten çıkarılanların kadınlar olduğu gerçeğinde olduğu gibi, birileri batan gemide kadınları en alt kamaralarda tutmaya çalışıyor. Ama yapamayacaklar. Eşitlik için mücadele eden kadın erkek hepimiz #BirlikteBaşaracağız
Aslı Karataş, toplumsal cinsiyet alanında çalışan bir avukat olup kısaltması “sebuka” olan sen bu kadınların avukatı mısın” (www.sebuka.com) platformunun kurucusudur. Masallarda toplumsal cinsiyet öğelerini inceleyen "Uyuyan Güzel Uyandı" isimli kitabın yazarıdır.