Yorulma...
Anlatacakların, karşındakinin anlayacağı kadardır. Bu hafta anlamak ve anlatabilmek üzerine bir paylaşım yapmak istedim
Zira birçoğumuz günümüzde ve hatta son 20 yılda, anlaşılamamaktan veya anlatamamaktan muzdaribiz.
Çünkü hepimizin en baştaki gayesi,
anlaşılmaktır.ama kendimizi ifade etmekte zorlanırız.
Çoğu zaman, bazı iletişimlerimde aynı alfabeyi kullanmadığımız hissine kapılırım..
Bunun birçok nedeni var.
Sosyo kültürel farklılıklar, geçmiş yaşam deneyimleri, genetik aktarım v.s.
Elbette ki olağan bir durum bu. Olağan olmayan, öğrenme ve ilerleme çabamız ın olmaması , buna gereksinim duyulmaması.
Paradoks şudur: İçimiz ne kadar karışıksa, anlaşılma isteğimiz de o kadar büyük olur.
Ama içimiz karışık olduğu için kendimizi ifade edemez, hatta yanlış izlenimler yaratır, dolayısıyla anlaşılamayız.
İlişkilerimizde bir sorun olduğunda, nedenleri bildiğimiz halde ima yoluyla konuşur, somurtur, hayıflanır, mızmızlanır, çevremizdekilere yanlış ipuçları, eksik bilgiler, hatalı haritalar verip doğru sonuca ulaşmasını bekleriz.
"Alain de Botton, böyle tuhaf bir inancın, konuşamadığımız halde ihtiyaçlarımızın karşılandığı bebeklik dönemimize bir özlemden kaynaklandığını söyler.
"Adam Phillips katılır bu düşünceye; anlatmadan anlaşılma arzumuz en kindar talebe dönüşebilir. Phillips’e göre böyle tuhaf davranarak, her ihtiyacımızı karşılayamayan ebeveynlerimize duyduğumuz hınca sarılıyor olabiliriz."
“Yetişkinler olarak anlaşılmayı istememiz,” der Phillips, “sahip olduğumuz en vahşi nostalji biçimi olabilir.”
Carl Jung da gölgesiyle yaptığı hayali sohbette, anlaşılma arzusunun çocukluk kökenine değinir:
"Anlaşılmak mı istiyorsun? Bize de tek bu gerek zaten! Kendini anla, o zaman yeterince anlaşılmış olursun. O iş seni yeterince oyalar, anlaşılmaya duyduğun çocuksu özlemi de giderir. Herhalde yine başkalarını kendi tutkularının kölesi yapmak istiyorsun.”
Varsıllığının yegâne amacı bu mu?
Anlaşılabilmiş olma umuduyla sevgili okur, u-mutlu günler...