Yaşayan iyi bilir diyeceğim ama yaşayanlar da alıştı artık.
Yaşadık, izledik, sevdik, dost bulduk, kazık yedik, doymadık tekrar tekrar yedik, yenildik, öldük öldük dirildik, mutlu olduk, ağladık, yanıldık, hayal kırıklığının alasını yaşadık, sağlam kullanıldık, zamanımızı verdik, emek harcadık, suistimal edildik, iftiraya uğradık, yok olduk, yeniden doğduk, ışığı gördük, kaybettik, sömürüldük, suçlandık, suçladık, keyif aldık, huzuru bulduk, mazeret aradık, delirdik, küfrettik, sarıldık, yalnız kaldık, bıktık, bıktırdık, yürüdük, koştuk koştuk, bekledik, hep bekledik...
Başlangıçlar yaşadık, bitişlerden beslendik, durmadan temizlendik, yeniden doğduk. Yok oluşu varoluşla aynı anda hissettik. Her şeye alıştık, alışamayız sandık ama bölgemizin yaşadığı doğal afete, kayıplarımıza bile alıştık. Alışmakla kalmadık, normalleştirdik, acılarımızı gömdük, ders çıkarmadan hayata devam ettik.
“16 Ağustos'un 17 Ağustos 1999 sabahına bağlandığı gece, yerel saatle 03.02’de, merkezi Gölcük olan, Richter ölçeğine göre 7,5 mw, resmi olmayan açıklamalara göre 7,8 mw. resmi raporlara göre, 17 bin 480 ölüm, resmi olmayan raporlara göre 50 bin üzeri, 23 bin 781 yaralı, 5 bin 50 kişi sakat kaldı. 285 bin 211 konut, 42 bin 902 iş yeri hasar gördü.”
Nesil olarak büyük deprem deneyimi olmayan bir yaş grubuyuz. Büyüklerimizden duyduğumuz kadarı ile hayal edebiliyoruz. Yaşadığımız coğrafyada geçmişte böyle bir felaket yaşanıp yaşanmadığına dair bilgi sahibi olsak dahi, bunu bir efsane şeklinde dinlediğimiz için bir önlem almaya gerek duymadık. Mesleğim gereği deprem hassasiyeti olan bir kişi olmama rağmen projelerimi çizerken o güne değin bunu büyük bir tehlike olarak görmemiştim. Dünyanın öbür kıyılarında olan biten felaketleri, hiç başımıza gelmeyecekmiş gibi yaşadık yıllar boyu. Hatta doğal afet sonrası toplum çalışmaları için bulunduğum çeşitli uluslararası görevlerde benim başıma gelmeyecekmiş gibi düşünmem dahi şuan çok garip geliyor.
Şuan yaşadığımız coğrafya, tarihinde birçok büyük deprem felaketi yaşamış ancak herkesin hafızasında sadece bilgi olarak yer alıyordu. Şehir, bilinen kayıtlara göre M.Ö 370’li yıllarda Bitinya Krallığının başkenti Nikomedia olduğu dönemlerinde dahi defalarca depremle karşılaşıyor, yok oluyor ve tekrar kuruluyor. Aslında işi ciddiye alırsanız bir efsaneden daha fazlası var geçmişte…
Tarihimizi bilmiyor ve bilmediğimiz tarih nedeniyle dersimize çalışmıyoruz.
Çok konuşulmaz ama 1920'li yıllarda Atatürk ve onun genç Türkiye'si deprem gerçeğinin farkındaydı. Şuan Gölcük Tersanesi'nin bulunduğu alan, bataklık yapısına sahip olduğu için, stratejik açıdan korunaklı olması sebebiyle o bölgede uzunca bir dönem iyileştirme yapıp, sonrasında dev tersaneyi kazıklı sistemde oluşturuyor bu genç cumhuriyet. Geçmişinde deprem tehlikesini dikkate alıp, zeminin de sağlam olmadığının farkındalar. Bu dezavantajlara göre hazırlanan proje ile bütün altyapıyı çelik üzerine kurmuşlar. Keza aynı riskli alanda ailelerin yaşadığı lojmanlarda da malzemeden eksiltmeden yapılan inşaatların, deprem sonrasında ayakta kalması ile yaşamış olduk. Fay hattının ortasından yararak geçen iki bina dışında tüm binalar ayakta kaldı ve biz bunu şaşkınlıkla izledik. Merkez üssü olarak açıklanmasına rağmen, en az hasarın yaşandığı bölge yine Donanma Komutanlığı oldu. Bu tabii bir tesadüf değildi.
Bu bize depreme karşı 1999 yılındaki bilincimizin genç cumhuriyetin çok daha gerisinde olduğunu yaşattı.
Ülke olarak afet bilincimizin olmadığı ilk olarak 1999 Gölcük Depremi'nde net olarak anlaşıldı. Bölgenin tek ve en büyük şansı, burada Donanma Komutanlığı’nın konuşlanmış olmasıydı. Depremi en üst düzeyde yaşamış olan binlerce askerlerin aileleri ile birlikte hemen kendilerini toparlayarak disipline girmesi, üzerinden geçerek fay hattının yıktığı Asker Yatakhanesi ve Gölcük Subay Orduevi’nin enkazı ile boğuşurken, askeri hastanenin acilen kent halkının kullanımına sunulması, askeri üssün tüm kapılarını kente açması, vatandaşın kurtarılmasından, sahra çadırlarında yemek dağıtımına kadar her alanda nefes almadan hızla organize olup hizmet vermesi çok hızlı unutuldu. Deniz Hastanesi’nin bir saat içerisinde tüm sağlık ekipleriyle açık hava hastanesine dönüştürülmesini kimse hatırlamaz belki. O sıcak Ağustos gününün sabahında askeri araçlarla ilk olarak vatandaşlara binlerce şişe su dağıtanlar olduğunu da hatırlamak istemezler belki. Aynı depremi yaşayan askerlerin ailelerini o felaketin keşmekeşliğinde bırakıp görev yerlerine koştuğunu da. Yağmalanma riskinden kenti korumaya çalışma uğraşlarını da unutmuş olabilirsiniz. Riskin en yüksek olduğu saatlerde askerlerin, çocuklarını eşlerine emanet ederek, kent halkına haftalarca yardıma koştuğunu da nereden bileceksiniz. Bazılarınca kabul etmek zor olsa da o günlerde Gölcük'te Donanma Komutanlığı olmasaydı kayıp sayımızın çok daha fazla olacağı ve kentin yaralarını çok daha uzun zamanda saracağı kesindi. Silahlı Kuvvetlerimiz hızlı yanıt verdiler, organize oldular ve kendi ailelerine değil Gölcük halkının yardımına koştular. Çok net söylemeliyim ki bu kentin en büyük şansıydı bu. Gölcük halkının ve esnafının yıllar geçse de vefasını ödeyemeyeceği bir şans…
Kentteki yöneticilerin ne yaşandığı, ne yaşanabileceği, nelerin eksik olduğunu çok iyi anlamaları gerekiyordu o ilk saatler. Gölcük örneği, hepimizde olduğu gibi ülkenin de hayatında ilkleri oluşturdu. Bu kadar stratejik bir alanın böyle yara alması ülke genelinde büyük bir şok yarattı. Yaralarımızı sarmaya başladıktan sonra "hayat nasıl devam edecek?" sorusunu sormaya başladık. Depreme karşı bir planımız olmadığı için doğal olarak depremden sonrası için de hazırlıksızdık.
Şunu da söylemek istiyorum. Gölcük o günden sonra çok güzel akıllı bir planlamayla, yeniden haritalanıp, detaylı bir şekilde masaya yatırılsaydı, depremden sonra yıkılıp ayağa kalkmış butik çağdaş bir şehir olarak tüm dünyaya bir rol model, bir marka olabilirdi. Bu fırsat kaçtı. Sadece maddi yardım değil, bütün bilim kuruluşları Gölcük'e o günlerde destek vermeye hazır bir haldeydiler. Maalesef şimdi depremi ile ünlü bir kent olarak anılıyor…
Depremi Gölcük'te yaşadıktan sonra 1999 yılında Ankara Büyükşehir Belediyesi'nden kendi isteğimle Gölcük Belediyesi'ne tayinimi gerçekleştirdim. Bu bölge için çalışmak istiyordum. Bölgede yaşayan her uzman kentin ayağa kalkması için çalışmalıydı. Binaları, yolları, altyapıyı, sokakları, parkları tekrar inşa edebiliyorsunuz ancak bu felaketin insanın iç dünyasında açtığı yarayı iyileştirmek çok zordu. O 45 saniyede her ailede en az bir bireyin vefatı söz konusuydu. Sakat kalan insanlar vardı. Sokağa çıkmaya dahi korkan insanlarla doluydu kent. O günlerde bölgeye gelen bilim insanlarının söylediği genel bir şey vardı. Depremi yaşayan insanların ruhsal açıdan etkilerini depremin 10 yıl sonrasında en derinden hissedeceklerini söylüyorlardı. Biz tabi yaralarımızı sararken bunu idrak edemedik. Gerçekten öyle oldu. Depremin 8-9 yıl ardından bu travmalar görülmeye başlandı. Enkazlar kalkmış olsa bile hayattaki boşluklar çok net görülüyordu.
Büyük bir yıkımla karşı karşıya kalıyorsunuz, bu ortada. Hem maddi hem de manevi boyutu iyice düşünülmeli bu yıkımın. Benim hikâyemin sonucunda, trajik bir felaketten ders alıp "kent için ne yapabilirim?" sorusunu kendime de sormam yatıyor. Ancak bu soruyu artık bireysel olarak değil, ülkece sormak için çok geç kalmadık mı? Örneklerden ders almamak gibi ne yazık ki kötü bir özelliğimiz var. Doğa bunun bedelini ağır ödetiyor tabi…
Sözün özü, acımız dahi YALAN OLDU...
Sanırsın biz yok olmadık, ölmedik, ölümü biz duymadık, koklamadık... Unuttuk, maalesef her şeyi hızla unuttuk... O zaman da anlayamadık, bugün de her şeyi anlamazdan gelmek daha kolay geliyor.
23 yıl önce, 16 Ağustos gecesi ülkemizin üzerine ÖLÜ TOPRAĞI serildi. O günden bugüne hala nefes alamıyoruz. Başımızın tacı siyasetçilerimiz, yöneticiler bu yıl da konuşsunlar, anma törenleri yapılsın, suratlarında acılı bir duygu ile ölenlere rahmet dilensin, mezarlıklar ziyaret edilsin, helvalar yensin, hatta çok yenirse üzerine soda da içilsin…
Ama bilinsin ki, 23 yıl önce YOK OLDUK, küllerimizden yeniden DOĞAMADIK...